Sosyal paylaşım sitelerinin böyle bir faydası oluyor. Bu hafta ne yazsam diye düşünürken, web üzerinden aldığınız bir aşı, sizi

Sosyal paylaşım sitelerinin böyle bir faydası oluyor. Bu hafta ne yazsam diye düşünürken, web üzerinden aldığınız bir aşı, sizi bir anda uç uca eklenerek uzayan bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yazı da böyle bir yolculuk işte.
Bu sitelerinin birinde Maradona’dan bir alıntı vardı. "Biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. Baskı, ancak evlerine 5 peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz... Stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir, lanet olsun ki." Peşine düşünce Otonom Yayınları'ndan çıkan ‘Futbolistas’- Futbol ve Latin Amerika' adlı bir kitaptan alındığını gördüm. Bu kitabı atlamışım. Alıntıyı birkaç kez okuduktan sonra, Maradona Malatya’da doğsaydı Ahmet Kaya olurdu, diye geçirdim içimden. Dikine dikine konuşan, paparazzilere pompalıyla karşılık veren, koluna Che, baldırına Fidel dövdüren bu topçuyla, ülkenin en karanlık günlerinde acılara tutunarak, şafaklara türkü söyleyen, “tam otuz sene aç yaşadım bu ülkede” diyen ve Kürtçe klip hayaliyle sürgünde kalbine yenik düşen bu protest adam arasında bir paralellik buldum nedense.
Futbolcularla işçileri, Maradona gibi karşılaştırarak buradan bir sonuca varmak elbette ki çok da doğru bir yaklaşım değil. Hayatını, kariyerini futbolcu sendikasına adamış, hatta bu uğurda harcamış Metin Kurt’a haksızlık en azından.  Zaten endüstriyel vaziyetlerin futbolu bunca bol sıfırlı parayla kirletmesi başlı başına bir mücadele alanıyken sorun, basitçe kim ne kadar kazanıyordan daha farklı bir şey.
Biliyoruz ki, endüstriyel vaziyetler öncelikle taraftarı ve izleyicileri sömürürken hemen ardında futbolcuların kanıyla besleniyor. Hep vitrindekilere odaklanan izler çevre, Ronaldo’nun dudak uçuklatan yevmiyesini konuşadursun, ağır bir sakatlık nedeniyle futbol hayatları biten topçulara neler olduğu konusuyla ilgilenmiyor bile. Haftanın 7 günü saatlerce süren futbol tartışmalarında Alper Tezcan’ın adı kaç kez anıldı acaba? Galatasaray’ın UEFA madalyalı genç futbolcusu, 89. dakikada girdiği Galatasaray–Bologna maçının 91. dakikasında ayağı kırılarak oyunu terk etmiş ve sonrasında hayatı kararmıştı. Geleceğin yıldız adayları arasında gösterilirken, sakatlığı nedeniyle futbol hayatını amatörde sürdürmek zorunda kalan Tezcan, onbirinci ameliyatından sonra isyan etmiş ve UEFA madalyasını satışa çıkarmıştı.
Aynı takımda yıllar önce oynamış olan Metin abisinin sendika çabalarını belki duymamış belki de duyup burun kıvırmıştı. Ama hiçbir sosyal güvenceye sahip olunmayan bir sektörde henüz kariyerinin başında kırık bacağıyla kalakaldı işte. Tezcan bugün 29 yaşında, yani futbol hayatının en olgun, en verimli olması beklenen bir dönemde. Evine 5 pesoyla dönen ve çocuklarını besleyemeyen babanın üzerinde hissettiği baskıyla, Tezcan’ı hasta anne ve babasını tedavi ettirebilmek için madalyasını satışa çıkarmaya zorlayan baskı çok mu farklı sizce?
Ahmet Kaya’nın TEKEL işçilerinin çadırından Maradona’ya yanıtı şöyle olabilir miydi: “Emeğinle geçiniyorsan, baskı her yerde gözüm!”
Alper Tezcan, örneklerden sadece bir tanesi. Olmasın öyle bir şey; ama bugün Arda’nın futbol hayatını bitirecek bir sakatlığı olsa, o zaten dünyalığını yapmıştır, diyecek pek çok futbolsever bulunacaktır. Ama o dünyalık, Adnan Polat’ın dünyalığı değil maalesef; üç günde eriyecek bir dünyalık.
Futbolcuların da aslında emekçi olduğunu hatırlamamızda; ama en önemlisi kendilerinin hatırlamasında büyük yarar var. Endüstriyel vaziyetlere karşı direnebilmek için resmin eksik parçalarından birisinin de futbolcular sendikası olduğunu söylemek gerekmez mi?
Direniş çadırlarıyla yeşil çayırları birbirinden ayıran şey, sınıfın kan bağındaki küçük bir kırılma noktası olsa gerek.