28 Şubat’ta ise sadece Alman tarihi için değil, dünya tarihi için de, beklentilerinden çok farklı sonuçlara yol açacak kararını uyguladı; Meclis binasını ateşe verdi ve bu seferki eylemi hasar olarak oldukça başarılı bir yangındı.

MarInus van der Lubbe: “Hainler mezarlığı”nda adalet bekleyen bir işçi

SİNAN ÖRS

Popüler kültürün mamul kahramanlarının en cezbedicilerinin hep bir maske arkasında olması tesadüf müdür, bilinçli bir tercih midir; bilinmez. Belki reklamcıların, psikologların ve sosyologların görüş birliğine varacakları bir ya da birkaç sebep vardır. En güncel örnekle La Casa de Papel filmi, İtalyan antifaşist ezgisi Bella Ciao’u yeniden popüler yaparken , onunla birlikte bir maske vesilesi ile Salvador Dali’yi de meşhur ediyordu. Esasında sistem karşıtı bir figür olarak Dali ne kadar uygun bir seçimdi, tartışmalı bir konu. Çünkü bu “deli” ve dahi ressam, İspanyol İç Savaşı’nda bir faşist generali, 40 yıllık bir diktatörlüğün uğursuz yüzü Francisco Franco’yu desteklemişti. Knut Hamsun ve Marconi gibi yeteneklerle birlikte, faşizmin rüzgârına kapılmış zekâlar arasında ne büyük bir kayıp...

Lakin bu maskeli ve politik kahramanlar furyasının en nadide örneklerinden biri La Casa de Papel’den ve Dali’den biraz daha önce beyaz perdede ve renkli ekranda zuhur etmişti; V for Vendetta filmi, yine birçoğumuzun film ile birlikte ismini duyduğu Guy Fawkes’ın yüzünü, maske haline indirgenmiş olarak ünlü ediyordu. İngiliz Parlamentosu’nu havaya uçurma girişiminden dolayı 1606’da idam edilen Guy Fawkes’ın adeta anısına bir saygı misali, idamının 400. yıl dönümünde vizyona giren film, isyan sembolü olarak yine bir maskeyi kullanıyordu.

İspanya Merkez Bankası’nı soymak ya da hayali/gerçek bir parlamento binasını havaya uçurmak üzerine bir film ve onun ürettiği semboller ve karakterler günümüz dünyasında artık kabul edilebilir ürünler. Bu toplumsal mücadelenin, demokrasi mücadelesinin bir kazanımıdır belki de... Tabii fiiliyata dökmediğiniz sürece. Nitekim bunu fiili olarak gerçekleştirmeye çalışan Guy Fawkes, her ne kadar şimdi birçoğumuz için maskesiyle bir özgürlük figürü olarak görülse de, idam edildiği dönemde ve muhtemelen halen İngiliz tarihinin “en büyük vatan haini” olarak görülüyordur.

Yani burjuvazinin/egemenlerin tahammül oranı, ne derece yakın tehlike olduğunuzla ve gücünüzle ilgili.

Bir parlamento binasını yok ederek mesaj verme, toplumu ayaklandırma girişiminin diğer örneği ise sadece yaşadığı dönemde değil, halen eyleminin sonuçlarıyla yargılanan Hollandalı genç bir işçinin teşebbüsüydü. 23 yaşındayken Reichstag binasını yakma girişiminde bulunduğu için Nazilerce idam edilen Marinus van der Lubbe, boyundan ve eyleminden büyük olarak, insanlık tarihinin unutmak istediği bir döneminin, tarihin en kanlı savaşının güzergâhında hâlâ hatırlanıyor; isteğinin ve beklentisinin dışında da, faşizmin yolunu açmış bir ağır suçlu olarak.

Oysa Marinus van der Lubbe’nin kısacık hayatı, o tartışmalı tercihini gerçekleştirdiği gün kenara bırakıldığında, imrenilecek bir ayakta kalma mücadelesiydi. 1909 yılında, Güney Hollanda’nın Leiden şehrinde doğduktan 5 yıl sonra alkolik babası tarafından terk edilmiş, 12 yaşındayken annesini kaybetmiş, üvey ablasının koruması altında; yaşamını kollarıyla kazanmak zorunda olan her işçi gibi zorlu bir hayat kavgasına girmişti. Henüz 14 yaşında bir duvar ustası olmuştu ama çok değil, 16 yaşında, bir kazada gözlerine kireç doldu ve görme yeteneğini önemli ölçüde kaybetti. Çok düşük bir sakat maaşıyla yaşamına devam etmeye çalışırken, 18 yaşında bu kez koruması altında olduğu ablası tarafından evden atıldı.

Tüm bu hengâmenin içinde van der Lubbe, politik işçi sınıfı hareketi ile bağ kurdu. Halk Kütüphanesi’nin müdavimlerinden biri oldu, Marx’ın yapıtları hakkında ne bulursa okudu. 1926 yılında Hollanda Komünist Partisi’nin bir üyesiydi; ablasının evinden ayrıldıktan sonra geri döndüğü Leiden’de Lenin Evi’ni kurdu; 1928’te ise Leiden’deki Genç Komünistler Birliği’nin yöneticisi oldu. Kapitalizme ve militarizme karşı kendi hazırladığı broşürleri dağıtırken, işçi grevlerine müdahil olurken, meydan konuşmaları yaparken, bir anda Leiden’in özellikle işsizler hareketi içinde tanınmış ve sevilen bir figür oldu. Tielmann’daki fabrika grevi sırasında, gerçekte etkin bir rol oynamamasına rağmen grevin elebaşı olarak görüldü ve mahkemede, kendisinden başka kimsenin ceza almaması için bütün suçu üstlendi.

marinus-van-der-lubbe-hainler-mezarligi-nda-adalet-bekleyen-bir-isci-935638-1.

Lubbe’nin hayallerinden biri Sovyetler Birliği’ne gidebilmekti. Ancak bunun için yeterli “kaynağı”, yani parası yoktu. Parti yönetimi ile ayrılıklar yaşadı ve Hollanda Komünist Partisi’nden ayrılarak farklı bir komünist grup ile yakınlaştı. Yine de seyahat planının bir kısmını gerçekleştirebildi; Avusturya, Yugoslavya, Romanya ve Polonya’yı gezdi; Polonya’ya yasadışı girişi sebebiyle tutuklandı ve 1 ay hapis yattı. Sonrasında Hollanda’ya geri döndü.

1932 yılında, bütün kıtanın gözlerini çevirdiği Almanya’da genel seçimler oldu. Sosyal demokratların 120, komünistlerin 100 sandalye kazandığı seçimde, Naziler 190 sandalye ile hükümet kurma görevini aldılar. Lakin meclisin sadece 3’te 1 ini ellerinde tutuyorlardı. Bu çalkantılı ortam van der Lubbe için Almanya’nın bir devrimin arifesinde olduğunun habercisiydi. Bu devrimci dalgaya karışmak için 15 gün boyunca yürüyerek, 18 Şubat 1933’te Berlin’e vardı. Ama burada onu hayal kırıklığı bekliyordu. Sadece sosyal demokratların değil, Alman Komünist Partisi’nin de faşistlere karşı direnişinin yetersiz ve hantal olduğunu düşünüyordu. Bu “yetersiz mücadeleyi” “alevlendirme” kararı aldı; Berlin’deki belirli kamu binalarını yakacaktı :

“Belki de yıldırılan kitleler, kapitalizmin bu kalelerinin alevler içinde yandığını gördüklerinde, bu geç saatte bile uyuşukluklarından kurtulabilirler.”

25 Şubat gecesi van der Lubbe, belediye binası ve İmparatorluk Sarayı’nda küçük yangınlar çıkarabildi. Her ikisi de ciddi bir hasar vermeden söndürülmüştü.

28 Şubat’ta ise sadece Alman tarihi için değil, dünya tarihi için de beklentilerinden çok farklı sonuçlara yol açacak kararını uyguladı; Meclis binasını ateşe verdi ve bu defaki eylemi hasar olarak oldukça başarılı bir yangındı.

Hemen aynı gece yakalandı. Gestapo'daki sorgusunda, gözlerindeki vahşi ve muzaffer ışıltıdan bahsediliyordu. Suçunu hemen kabul etti. Ancak gerek ilk sorgusunda, gerekse de tüm yargılama boyunca SPD (Sosyal demokrat parti) ve KPD ( Alman Komünist Partisi) ile bir bağı olduğunu reddetti, eylemini kendi bağımsız girişimi ile gerçekleştirdiğini söyledi.

Ancak tarihin akışı, hiç de yığınları ayaklandıracak, onu da bir kahraman yapacak şekilde ilerlemedi. Naziler, girişimin Komünist Parti’nin bir ayaklanma girişimi olduğundan emin değillerdi, ellerinde hiçbir veri yoktu. Yine de bu kundaklamayı, kendileri için “işe yarar bir lütuf” olarak kullanmak istedikleri barizdi. Cumhurbaşkanı Hindenburg, Hitler’den bir koalisyon kurmasını istemişti ve bu hem Hitler’in hem de arkasındaki Alman tekelci sermayesinin en istemediği çözümdü. Nitekim tüm aksi kanıtlara rağmen, bu olayın Komünist Parti’ye karşı bir yargılama için kullanılmasına karar verildi ve aynı gece Hermann Göring, komünist bir darbe girişiminin engellendiğini duyurdu. Hemen ertesi gün çıkarılan Acil Durum Kararnamesi ile “komünist şiddetin önlenmesi amacıyla” tüm sivil haklar iptal edildi. Nazi karşıtlığı yasaklandı ve KPD’nin 100 milletvekilinin de milletvekillikleri düşürüldü. Böylelikle meclis çoğunluğu Nazilere geçmiş oldu.

3 Mart’taki yeni ifadesinde ise van der Lubbe aynı şeyleri söylüyordu: “Ben kendim bir solcuyum ve 1929’a kadar Komünist Parti'nin bir üyesiydim... Bence bu sisteme itiraz etmek için kesinlikle bir şeyler yapılmalıydı; işçiler bir şey yapmayacağı için kendim bir şeyler yapmak zorundaydım. Kundaklamayı uygun bir yöntem olarak gördüm; özel kişilere değil sistemin kendisine ait bir şeye zarar vermek istedim... Reichstag’a karar verdim. Tek başıma hareket edip etmediğime gelince, durumun böyle olduğunu kesin olarak beyan ederim.”

Buna rağmen Naziler kendi yol haritalarını uygulamakta kararlıydılar. 9 Mart’ta Alman Komünist Partisi’nin Meclis Grup Başkanı Ernst Torgler ile birlikte, 3 Bulgar komünist: Georgi Dimitrov, Blagoi Popov ve Vassili Tanev tutuklandı. Kısa bir süre önce meclis kürsüsünde Nazilerin yüzünde korku ifadeleri oluşmasına sebep olacak konuşmalar yapmış olan Ernst Torgler’den intikam alma zamanıydı.

Mahkemenin ana kurgusu, van der Lubbe’nin bu yangını tek başına çıkarmasının imkânsız oluşuydu. İlginç bir şekilde kürsünün her iki tarafı da bu konuda hem fikirdi. Naziler nasıl onun komünistler tarafından kullanıldığını düşünüyorsa, duruşma boyunca parlak bir savunma veren Dimitrov’un, KPD ve hatta genel olarak Batı kamuoyunun fikri de, onun Naziler’in elinde, demokrasiyi ve meclisi feshetmek için kullanılan bir provokatör olduğu, yangını gerçekte Nazilerin çıkardığı yönündeydi. Her iki taraf da, Lubbe nin bu yangını tek başına çıkarmadığının ve suç ortaklarının itirafını bekliyordu.

van der Lubbe için hiç de kolay olmayan, yorucu bir süreçti bu. Mahkeme artık van der Lubbe için bir işkenceye dönüşmüştü. 6 Aralık 1933’te mahkemedeki sinir krizi bunun bir göstergesiydi: “Bu dava Leipzig’de başladı, sonra Berlin’e taşındı ve şimdi Leipzig’e geri döndük ama hiçbir şey olmuyor... Reichstag’a yakmak istiyordum ve yaktım. Cezam neyse verin artık; 20 yıl hapis ya da idam... Artık bir şey olmasını istiyorum.” Başsavcı, suç ortaklarını itiraf etmediği sürece yargılamanın süreceğini söyledi. Yine de van der Lubbe aynı cevabı verdi: “Yangını ben çıkardım. Diğer sanıkların hiçbirinin bununla bir ilgisi yoktu.”

Belki de van der Lubbe için en ağırı, sadece Naziler tarafından suçlanmak değil, çünkü zaten bunu göze alarak çıkmıştı; ömrünü verdiği uluslararası işçi sınıfı hareketi için de bir hain durumuna düşmekti. 16 Aralık 1933’te Dimitrov, mahkemedeki son konuşmasını yaparken şunları söyleyecekti: .... Bu mahkemede söylediğim şey benim bir parçam, her cümle haksız suçlamaya, bu antikomünist suçun, Reichstag’ın yakılmasının komünistlerin hesabına konulmasına karşı duyduğum derin öfkenin ifadesidir..... van der Lubbe kimdir? Komünist mi? Deli saçması. Bir anarşist mi? Hayır. O, sınıfından atılmış bir işçi, toplumun pisliklerinin asi bir üyesi. Kötüye kullanılmış, oyundan atılmış bir yaratık. Hayır, o ne komünist ne de anarşisttir; dünyanın hiçbir yerindeki hiçbir komünist, hiçbir anarşist van der Lubbe’nin yaptığı gibi mahkemeye çıkmaz. Mahkemede adam gibi ayağa kalkarlar ve amaçlarını açıklarlar. Bir komünist böyle bir şey yapmış olsaydı, kürsüde dört masum adamın yanında durduğunu bilerek susmazdı. Hayır, van der Lubbe komünist değil. Anarşist değil; o faşizmin kötüye kullanılan aracıdır.”

Oysa van der Lubbe, daha önce de belirtildiği gibi, yargılamanın her aşamasında suçu tek başına işlediğini, diğer sanıklarla ve partileriyle hiçbir bağının olmadığını defalarca söylemişti.

23 Aralık 1933’te yargılamadan geriye, Dimitrov’un mahkeme kürsüsünü Nazilerin yargılanmasına çevirdiği başarılı bir savunma, diğer 4 sanığın beraatı ve Marinus van der Lubbe’nin kundakçılık ve hükümeti devirme girişimi suçlarından idam kararı kaldı. Nazilerin etkisinde mahkeme, bu girişimin komünist bir darbe girişimi olduğuna kanaat getirmiş, ama 4 sanığın doğrudan bunda etkin olduklarına dair yeterli kanıt olmadığına karar vermişti.

van der Lubbe, doğum gününe 3 gün kala, 10 Ocak 1934’te giyotinle idam edildi. Hücresinden çıkarken sakin ve huzurlu göründüğü söylendi.

van der Lubbe’nin hikâyesi hemen burada bitmedi. Soruşturmasını yürüten emekli polis Fritz Tobias 1960’ta Der Spiegel’e, van der Lubbe’nin bu suçu tek başına işlediğine inandığını söylüyordu. Ayrıca ölümünün ardından, sağlığındaki kadar yalnız kalmadı. Ağabeyi Jan van der Lubbe, savaştan sonra kardeşinin iade-i itibarı için uzun bir mücadele verdi. 1967’de gıyabında, ölüm cezası 8 yıl hapse indirildi. Ama geride kalanları için bu kadarı yeterli değildi; mücadelelerine devam ettiler. 1981’de yerel bir mahkeme, van der Lubbe’nin akıl sağlığı yerinde olmadığı için beraatına karar verdiğinde bu kararı da kabul etmediler. En sonunda 2007 yılında Başsavcı Monika Harms, suçu işlediğinden bağımsız olarak Nazi Mahkemeleri’nin doğası gereği adil olamayacağını kabul ederek, Marinus van der Lubbe hakkında beraat kararı verdi. Kendisin artık Leipzig Südfriedhof’da bir anıtı bulunmaktadır.

Marinus van der Lubbe, bu dünyadan, hayal ettiği gibi bir işçi sınıfı kahramanı olarak gitmedi. Parlamento binasını yok etmeye çalıştığı için maskeleri de üretilmedi. Eyleminin sonuçlarını tek başına üstlenerek, dünyanın gördüğü en azılı halk düşmanı rejiminin yolunu açma gibi bir suçlamanın yüküyle öldü. Yine de eyleminin siyasi sonuçlarını tümüyle ona yüklemenin doğru olup olmadığı gibi bir soru yok mu? Alman halkının büyük kısmının bıkkınlıkla, parçalı ve gücü bölünmüş bir meclis yerine buyurucu bir güç aramasının sonucu olarak yangın sonrası çıkan yasa(k)lara dünden razı olması, sosyal demokratların Nazilerin gücünü küçümsemesi, Komünist Enternasyonalin ve KPD’nin uzun süre sosyal demokratlarla didişmesi ve onları sermaye iktidarı açısından Nazilerden farksız görmesi, yani Naziler meclisin sadece 3’te 1 i iken SPD ve KPD'nin faşizme karşı yetersizlikleri ve hazırlıksızlıkları, Alman tekelci sermayesinin önündeki engel zemini düzlemek için bir Reichstag yangını olmasaydı bile bizzat kendi kurguladığı başka bir gerekçe yaratma ihtimali, bu siyasal yükün Hollandalı genç bir işçinin omzuna bırakılmayacak kadar ağır olduğunu göstermez mi?

“van der Lubbe Reichstag’ı yakmasaydı da Almanya faşizm belasına uğrayacaktı” demek kadar, “van der Lubbe bu eylemi yapmasaydı, Alman halkı ve dünya faşizm belasına hiç yaşamazdı” demek de, bugün artık Schrödinger’in Kedisi kadar kuantum fiziğinin ve felsefecilerin konusu. Fakat bizi ilgilendiren kısmı, bu genç işçiyi yönlendiren temel dürtünün, üzerine yapıştırılan kullanılmış bir provokatör yakıştırması yerine, gelmekte olan faşizme karşı kitleleri harekete geçirecek bir şeyler yapma isteği olduğuydu.

Dimitrov’un “sınıfından atılmış bir işçi” olarak lanetlediği, devrimci enerjisini yanlış yönlendirmiş, henüz 23 yaşında, kendi el yordamıyla sosyalizmi bulmuş ve yaşadığı ağır yoksulluklar sebebiyle, siyasi kararlarında “incelik”ten yoksun bir işçiydi. Ve tekrar söylemek gerekirse, bir ulusun tercihlerinin ve bunun sonuçlarının ” provokatör” ve “kullanılmış yaratık” denilerek üstüne bırakılamayacağı, devrimci iyi niyete sahip bir insandı. 2007 yılında burjuva bir mahkeme, Nazilerin onun üstüne attığı çamuru reddedebiliyorsa, işçi sınıfının ve sosyalist hareketin de bu “başıboş üyesinin itibarını iade etme zamanı gelmiştir belki de.