Marx'ın siyasal olaylarla ekonomik çıkarlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymak üzere kaleme aldığı ünlü yapıtı 'Louis Bonaparte'ın...

Marx'ın siyasal olaylarla ekonomik çıkarlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymak üzere kaleme aldığı  ünlü yapıtı 'Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i'nde  "Nasıl özel yaşamda bir adamın kendisi hakkında düşündükleri ve söyledikleri ile gerçekte ne olduğu ve ne yaptığı birbirinden ayrılırsa, ......." diye başlayan bir cümle yer alır.

Anlamı açıktır; kişinin kendisini marksist sanması ya da öyle adlandırması tek başına bir anlam taşımaz,  eğer şahsın eylemlerinde bu dünya görüşüyle uyumlu düşünce yapısı ve duruştan eser yoksa.  Komünistlik iddiasında bulunmak ise herhalde çok daha fazlasına ihtiyaç duyar.

Her hangi bir entellektüel veya politik kimlik, ancak  bir gelenek içinde oluşabilir ve  ancak onun izlerini taşıyorsa başkalarından da  itibar görebilir. Aksi halde kişi, bu sıfatı hak ettiğini ispatlamakla yükümlüdür..Marksist ve komünist olmanın yükümlülükleri şunlardır.

Bir; bilimsel sosyalizmin  felsefesi ilkeleri ve yöntemini (bilgi kuramı) bilmek, benimsemek ve kullanmak. Eğer kişinin söyleminden beşeri dünyaya tarihsel materyalist ve diyalektik perspektiften yaklaştığı anlaşılmıyorsa, kendisinin bizden marksist olduğuna inanmamızı beklemeye hakkı yoktur.

İki; marksizm her hangi bir sosyal kuram olmayıp, aynı zamanda bir pratik/eylem kılavuzu/ devrimci mücadele aracı da olduğuna göre (ki, bu, onu tüm öteki düşünce sistemlerinden ayıran başlıca özelliğidir), kuramı bilmek ya da onun felsefi ve etik ilkelerini paylaşmak da yeterli değildir. Çünkü felsefi ya da etik duruş, kendiliğinden bir politik tavır oluşturmaz. Daha iyi bir dünya istemek de, kişiye politik bir  kimlik kazandırmaz. Sırf arzu veya niyet etmekle marksist olunamaz, komünist ise hiç sayılamaz.

Marksist-komünist olmak, devrimci eylemle hak edilen bir sıfattır.  Marksizm, dünyayı eleştirmekle kalmayan, onun ötesinde sömürünün, her türlü  eşitsizlik ve insanı özgürlüğünden yoksun bırakan koşulun ortadan kalktığı bir toplum kurma amacını güden, bunun olanaklı olduğunu öne sürüp, yollarını da gösteren bir kuramdır. Bu bağlamda gerçek bir marksist, proletaryaya güvenir, onun rolünü önemser ve onun dışında  başka  devrimci özneler de aramaya kalkmaz. 'Proletaryasız' bir  marksizmin (Lukacs'ın Frankfurt Okulu için kullandığı deyim) yalnız devrimin değil, aynı zamanda kuramın da reddi anlamına geldiğini  çok iyi bilir.  

Bu arada kişi, eğer sosyal dünyanın nasıl oluştuğu ve işlediğine dair edindiği (bilimsel) bilgileri onu değiştirmek için kullanmıyorsa ortada ciddi bir kişilik sorunu da var demektir: Ya bildiğini sandığı şeyleri iyi öğrenmemiş ve yeterince içselleştirmemiştir ya da o bilgiyi pratiğe aktaracak güç, dürüstlük, içtenlik ve cesaretten yoksundur. Ki, ilki entellektüel yetilerin kıtlığına ikincisi ise karakter zayıflığı ve tutarsızlığa işarettir.  Hangi şık geçerli olursa olsun, bu, sadece kişinin kendisini (sahiciliğini) ilgilendiren bir sorun olsaydı üzerinde durmaya bile  değmezdi. Ne var ki eksiklik ve zaaflarla malul bir entellektüelin,  toplum üzerinde yarattığı tahribata kimse kayıtsız kalamaz. Nitekim yaşadığı dünya hakkında tutarlı, net ve sistematik bilgilerden yoksun aydınlar, sağlıklı bir biçimde akıl yürütemedikleri, dolayısıyla doğru fikirler de üretemediklerinden,  kendileriyle birlikte başkalarının da  kafasını çok karıştırmaktadırlar.

Üç; bilimsel sosyalistler, sosyal dünyaya ampirik görünümlerinden hareketle değil, tarihsel ve yapısal bir bakış açısıyla yaklaşırlar. Toplumu, ona tarihsel karakterini veren  üretim tarzı ile onun yapısal özelliklerini dikkate alarak çözümlerler. Örneğin  toplumsal sorunları, kapitalist sistemin özgüllüklerinden; mülkiyet rejiminden, devlet ve sınıf yapısından, sömürü ilişkileri ile bundan türeyen çelişki ve çatışmalardan, ideolojik ve kültürel biçimlerinden bağımsız ele almaz, bu gerçekleri dikkate almayan çözümler de üretmeye kalkışmazlar.

O halde kapitalist devletin, siyasal iktidarın,  ekonomik ve siyasal güç ilişkilerinin  sınıfsal niteliğini es geçen, hakimiyeti salt siyasal alanla, üstelik de onun birkaç organıyla (vesayetçi kurumlar) sınırlandıran, yine sivil toplumu (pazarı) güç ilişkilerinden bağışık sayıp, özgürlük mücadelesini iki alan arasındaki karşıtlığa (merkez çevre dikotomisi) indirgeyen ya da  toplumu bireylerin toplamından ibaret görüp, toplumsal ilerleme ve eşitliği bireysel özgürlüklerin (vatandaşlık hakları) genişletilmesinde arayan, buna karşılık sınıflardan ve  sınıf mücadelesinden hiç söz etmeyen  birinin marksist olduğunu söylemesi, düşünmesi kadar abestir.

Dört; marksist olduğunu öne sürmenin bir adabı olduğundan, her şeyden önce diyalektiği bilmesi gerektiğinden söz etmiştik.  Diyalektik düşünmek, onun ilkelerini (bütünlük ve içsel bağlantı ilkesi) özümsemekle olanaklıdır. Ancak o zaman toplum rastgele bir araya gelmiş bir yığın ya da birbiriyle ilintisiz parçalardan oluşan bir mimari olarak değil, kendi bütünlük ve sistematiği içinde kavranabilir. Böylece altyapı (sosyo ekonomik gerçekler) ile üstyapıyı (siyasal, kültürel, moral, entellektüel düşünce, değer ve eğilimler) birbirinden bağımsızlaştırmak gibi ciddi bir hataya da düşülmez.

Beş; yapılar arasında ancak göreli özerklikten  söz edilebilir. Çünkü toplum boşlukta oluşmaz, kendi kendine de işlemez. Toplumsal yaşamın maddi bir temeli, dolayısıyla bir başlangıcı-önceleyeni vardır; bu da üretimdir. Marx, bunu yine 18 Brumaire'in bir pasajında "mülkiyetin değişik biçimleri üzerinde özel olarak biçimlenmiş izlenimlerden, duygulardan, hayallerden, düşünüş tarzlarından ve felsefi anlayışlardan oluşan bütün bir üstyapı yükselir" cümlesiyle ifade eder.

Bu bağlamda altyapı ile üstyapı eşzamanlı ve ardışık olarak oluşup, değişirken, bu süreçte son kertede belirleyici olan, üretimin gerçekleştiği ekonomik alandır, bunu marksizmi biraz kavramış herkes  bilir. Marx, bu süreci değerlendirirken iki kavrama başvurur:  Neden ve belirlenim. Şöyle ki;  üstyapı belirlendiği kadar  belirler de, ne var ki onun  etkisi, üretimin gereklerinden bağımsız, onlara rağmen değil, onlar tarafından önceden belirlenmiş/sınırlanmış olarak geçekleşir.

Altı; öte yandan hiç bir marksist altyapının üstyapıyı birebir belirlediğini, yani siyasal ve kültürel olayların ekonomik çıkarların doğrudan bir yansıması, fonksiyonu olduğunu da varsaymaz. Bu süreçte de pek çok etken/dolayım devrededir; çeşitli karşılaşmaların, çelişki ve zıtlıkların yaşandığı  çok yönlü, karmaşık bir etkileşim geçerlidir. Dolayısıyla yapılar arasında bazı uygusuzluklar/denksizlikler olabileceği gibi belli konjonktürlerde (savaş, iç çatışma, kriz ve restorasyon dönemleri gibi) pekala üst yapı alt yapıyı gölgede bırakacak derecede belirleyici bir rol de oynayabilir; örneğin yapının dönüşümünü erteleyebilir, evrimini sınırlandırabilir.

Ne var ki üstyapının egemenliği geçicidir; çünkü üstyapı hiç bir zaman son kertede belirleyici olan bir alan değildir. Ekonomik çıkar çatışmaları, sınıfsal eşitsizlikler ve bunların yol açtığı sorunlar eninde sonunda kendi gerçekliklerini dayatıp, üst yapı öğelerinin etkisini bertaraf ederler ve gelişimin önünü açarlar. Yine aynı yapıttan bir atıfta bulunacak olursak, "bütün tarihin gerçek fuayesi, gerçek sahnesi sosyo-ekonomik yapıdır". Tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi  ve altyapının son kertedeki belirleyici olduğu düşüncesi bunun doğal  çıkarımlarıdır.

Yedi; bir marksist, sosyal dünyayı çözümlerken iki hususu daha gözetir: İlki, organik olan ile rastlantısal olan arasındaki ilişkiyi ayırt etmek ve gerçekçi bir biçimde değerlendirmek, ikincisi ise, gerçekliğin bilgisinin görünümde değil, tözde yattığını unutmamaktır.

 Rastlantısal gibi gözüken pek çok olay gerçekte organiktir ve bunu fark etmemek, kişiyi hata yapmaya sürükler. Sonuç; toplumsal sorunları gerçek nedenleriyle kavrayamamak, dolayısıyla onlara geçerli çözümler üretememektir.

Görünümün yanıltıcı olabileceği gerçeğini hesaba katmamak da aynı derecede sakıncalıdır. Nitekim bir takım siyasal ve kültürel belirtilerden hareketle sınıf, sınıf çıkarı ve sınıf çatışmasının yokluğuna hükmedenler, bu tuzağa düşmektedirler.  Marx, aynı yapıtta bu noktaya da işaret eder:  "(belli düşünce ve davranış kalıplarını) gelenek  ya da eğitim yoluyla edinen birey, bu üstyapı öğelerinin gerçek belirleyici nedenler olduğunu  ya da kendi eylemlerinin hareket noktasını oluşturduğunu  sanabilir". Bağımlı sınıfların neden  ekonomik çıkarlarıyla uyumlu bir dünya görüşü geliştiremedikleri ya da siyasal tercihte bulunmadıkları sorusunun yanıtı bu paragrafta gizlidir. Marx'ın neredeyse bütün çalışmaları bu sorunu çözmeye dönüktür (El Yazmaları'nda 'yabancılaşma', Alman İdeolojisi'nde 'yanlış düşünce', Kapital'de 'meta fetişizmi' tartışmaları).

Kriterler bu kadar net iken, marksistlik taslamak bu kadar kolay mı? Moda düşüncelerinin cazibesine kapılıp indirgemecilik diye ekonomik gerçekleri reddet veya kültürel görünümleri onun yerine ikame et, özcü-tarihsici sapma diye yapının belirlenimlerini yok say ya da yapının organik hareketi (kendi içindeki dönüşümleri) ile tarihsel hareketi (zaman içindeki ilerleyişi) arasındaki ilişkiselliği gözetme, zorunluluktan vazgeç olumsallık fikrini yücelt veya konjonktürel olanla yapısal olan arasında her hangi bir ilinti olup olmadığını araştırma zahmetine bile girme, sonra da marksist geçin!

Bununla da kalma; düzen içi değişiklikleri  düzen değişikliği, gerici operasyonları ise  ilerici reformlar diye alkışla,  sonra hala marksistim diye caka satmaya devam et!

Hayat boyu sosyalist mücadeleye katkıda bulunmak bir yana onu baltamakla ömür tüket, hiç bir örgütlü mücadelede saf tutma, sosyalistleri küçümsemek ve  onları itibarsızlaştırmak için didin, sonra bir de komünistliğe soyun! Ne yaman bir çelişki!

Başkaları ne düşünür bilmiyorum ama, ben bu çelişkiyi açıklayacak tek şeyin şu olduğunu düşünüyorum; marksizm dışında tutunup, güvenebilecekleri başka bir düşünce sisteminin bulunmadığını ve ancak ona referansla itibar görebileceklerini kendilerinin pekala bildikleri.