Laiklik; insanların yaşam biçimine müdahale edilerek, dini-mezhepsel farklar kaşınarak iktidar tarafından geliştirilen ötekileştirmenin panzehiridir

Marksizmde laiklik

MEHMET YEŞİLTEPE / mytepe1960@gmail.com

Dün,
“İktidarı gökten yere indirmek”ti;
Bugün,
Kanadına esaret kelepçesi takılmış bir kuşun
Uçma çabasıdır laiklik;
Ne kadar zorsa o kadar anlamlıdır.

Toplum, dinsel bir kuşatma altına alınmış durumda, bunda eğitimin dinselleştirilmesinin de ihtiyacı çokça aşan (90 bine yaklaşan) cami sayısının da 150 bini bulan görevli imamın da rolü var. “Hem laik hem Müslüman” olunamayacağını söyleyen, dindar ve kindar bir nesil amaçlayan Erdoğan, 60 bin olan imam hatipli öğrenci sayısının kendi iktidarları döneminde 1 milyon 200 bine çıktığını övünerek anlatmıştı. Kaldı ki iktidar bununla da yetinmemiş, hemen tüm okulların imam hatipleştirilmesi anlamına gelen düzenlemeler yapmıştır. Artık sadece imam hatip okullarının değil tüm ders programlarının dine uygunluğunu denetleyen, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü bünyesinde oluşturulmuş bir ekip var.

Temel eğitimin dahi metalaştığı bir neoliberalizme; müfredatın tüm okullarda dinselleştiği, 3 yaşındaki çocuklara Arapça öğretildiği, Kuran kurslarının ise 4-6 yaşa uygun görüldüğü; ayrıştırıcı, ötekileştirici, rıza ve biat üreten bir süreç eşlik ediyor. Oyun çağındaki çocukların başındaki türban, “inanç özgürlüğü” ile gerekçelenirken, ifade özgürlüğü dahil en temek hak ve özgürlükler, bu kapsamdaki tüm fikri ve fiili duruşlar OHAL’in cadı avına tabi tutuluyor. Ve bunlara, durumdan vazife çıkaran AKP milislerinin sokakta giderek daha fazla görünür hale gelen rolleri ekleniyor.

Şort giyen kadına tekme atılıyor, Başbakan tekme yerine “mırıldanmayı” öneriyor. Devlet, kadının doğum kontrolüne de, kürtajına da, kaç çocuk doğuracağına da karışıyor. “Bir babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir” diye fetva veren resmi kurumumuz var. Hurafeler bilime, cehalet eğitime tercih ediliyor. Az anlayan ama çok inanan bir toplum amaçlanıyor.

Dini referanslar kamusal alanı işgal ettiğinde; evde özel hayat, okulda müfredat dinselleşiyor. “Çalışmama özgürlüğü”nden bildiğimiz sahte özgürlüklerde olduğu gibi kadının özgürlüğü “türbana” indirgendiğinde, esarete giden yolun taşları “özgürlük” adına döşenmiş oluyor. Böyle bir zeminde kadının varlığı cinselliğe, etkinliği de doğurganlığa kadar daralır. İş yaşamında sınıf bilincinin, dolayısıyla mücadelenin ve hak talebinin yerini, velinimete biat ve şükürcülük alır. İşte tam da bu nedenle bugün laiklik mücadelesi olmazsa olmaz önemde öne çıkmıştır/çıkmalıdır. Ancak bu mücadele, aynı önemde bir kavrayış ve uygulama hassasiyeti, savrulmalara-çarpıtmalara karşı yorumlama ve uygulama isabeti gerektiriyor. Bu da çok genel bir çerçevede de olsa “Marksizmde laiklik” sorununa değinmeyi, bu kapsamda yaşanmış öğretici pratiklere ve birikime dikkat çekmeyi ihtiyaç haline getiriyor.

Marksizmde laiklik

Laiklik konusunda akla gelebilecek ilk öğretici pratiklerden biri Paris Komünü’dür. Engels, Komün’ün bu konudaki kararını, “Kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi kararlaştırıldı... Bütün dinsel simge, dua ve dogmaların, kısaca ‘herkesin bireysel vicdanı ile ilgili her şeyin’ okullardan uzaklaştırılması buyruldu ve bu buyruk yavaş yavaş gerçekleşti,” biçiminde aktarır. Benzer şekilde, 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte kurulan sosyalist devletin de ilk kararnamelerinden biri, “kilise ile devletin ayrılması” olmuş, kilisenin elindeki bütün sermaye kamulaştırılmıştır. Böylece din, her Sovyet vatandaşının “özel meselesi” haline getirilir, “okulların kiliseden ayrılması” kararı alınır ve “seçmeli” bile olsa dinsel konuları içeren derslerin okutulmasına izin verilmez.

Marksizmde din ve laiklik, sanıldığının veya kimilerince yakıştırıldığının aksine, döneme uygun örnek ve değerlendirmeler eşliğinde kapsamlı biçimde ele alınmıştır. Örneğin, Paris Komünü’nün, dini, kararnamelerle yasaklamayı öneren anarşist üyelerini eleştirirken Engels, “Kesinlikle söylenebilir ki bugün Tanrı’ya yapılacak en büyük yardım, tanrısızlığı bir inanç maddesi haline sokmak ve dini genel olarak yasaklamak”tır demişti.

Laikliği, “Kilisenin devletten tamamen ayrılması. Hiçbir ayrım olmaksızın tüm dinsel toplulukların devlet tarafından özel kurumlar olarak görülmesi. Kamu fonlarından hiçbir şekilde yararlanmamaları ve kamu okullarındaki tüm etkilerinin silinmesi,” biçiminde tanımlayan Engels, işçi partisinin aynı zamanda dinin etkisini ortadan kaldırmak için ideolojik olarak da mücadele etmesi gerektiğine dikkat çeker.

“Din Üzerine” adlı eserinde kapsamlı bir çalışma ortaya koyan Lenin ise, Engels’in “devlete ilişkin olarak, din bütünüyle kişisel bir sorundur” ifadesini yorumlar ve “Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır" değerlendirmesini yapar.

Lenin ayrıca, partiye ilişkin olarak, Engels’in devrimci partinin dine karşı mücadele yürütmesi gerektiği yönündeki öğüdünün altını çizer: “Proletaryanın partisi, devletin dinin kişisel bir sorun olduğunu ilan etmesini ister, ama halkın afyonuna karşı mücadeleyi, dinsel hurafelere vb. karşı mücadeleyi kişisel bir sorun olarak görmez. Oportünistler sorunu, Sosyal Demokrat Parti dini kişisel bir sorun olarak görüyormuş gibi çarpıtıyorlar.” (Din Üzerine, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)

Özetle devletin dini kişisel bir sorun olarak görmesi ve tüm inanç kesimlerine eşit mesafede durması ile proletarya partisinin duruşu özdeş/paralel değildir. Parti, inanca saygılı davranır ancak dinin propaganda edilmesine ve hurafelerin yaygınlaştırılmasına karşı çıkar. Bu bağlamda laiklik nasıl din düşmanlığı değilse, inanç özgürlüğü de batıl inançları yayma özgürlüğü değildir.

Aslında “Marksizmde laiklik” başlı başına bir çalışma konusudur. Ancak yazı bağlamında söylersek; laiklik, işçi sınıfının özgür etkinliği bakımından zorunlu bir temel teşkil ediyorsa (Bkz. Fransa’da İç Savaş, Marx), buna hak ettiği önem teoride de pratikte de verilmeli; Haziran’ın laiklik etkinliklerinin, mücadelenin ihtiyacı olmayan zorlama etkinlikler olarak görülmesinden, bu bağlamdaki yorum ve atıflardan vazgeçilmelidir.

Sorun-sokak diyalektiği

Laiklik; insanların yaşam biçimine müdahale edilerek, dini-mezhepsel farklar kaşınarak iktidar tarafından geliştirilen ötekileştirmenin panzehiridir; halklar arası kardeşliğin gereğidir. Marksizm, dini bir yabancılaşma biçimi olarak tanımlar. Bu, laiklik mücadelesinin aynı zamanda neden bir özgürleşme mücadelesi olduğunun yanıtıdır.

Laiklik mücadelesi, özellikle 2013 Haziran Direnişi'nde somut biçimler almış, belirleyici olmuş, muhalif kesimlerin bütünleşmesinde bir tutkal rolü oynamıştır. Barikatlar o denli büyümüş, sayıca ve nitelik olarak çoğalmışsa, ülkenin en yakıcı sorunları etrafında kenetlenme bilincinin sanılandan da öte kişide/kesimde oluşması sebebiyledir. Bu ortak reflekse, barikatlaşmaya ve komünleşmeye sebep bilinç bugün silinmiş, yok olmuş değildir. Diğer bir ifadeyle 2013 Haziran’ını tarihe geçiren milyonlar, bugün ne hurafelere kapı aralamış ne de faşizmin ötekileştirici saldırısına prim verir durumdadır. Aksine bu zemindeki öfke daha da büyümüştür. Ancak sorun, her an her durumda, temenni edildiği oranda sokağa taşınamıyor. Bu, sorun-sokak diyalektiği bağlamında üzerinde durulması gereken bir meseledir. Bir mücadele sebebidir ancak bir moralsizlik ve umutsuzluk sebebi olmamalıdır.

Laikliği kazanma mücadelesi; “ben”i kapsayarak “biz”, parçayı kapsayarak bütün olmanın; farkların asimile edilmeden bir toplam oluşturabilmesinin ve çok sesliliğin tek sese indirilmeden yaşama içerilebilmesinin en etkili araçlarından biridir.

15 Temmuz’a karşı mücadele de 16 Temmuz sonrasında gerçekleşen ve gerçekte 15 Temmuz’u sınıfsal bağlamda tamamlayan darbeye karşı mücadele de laikliği gerektiriyor. 15 Temmuz’un Cemaat darbesi olması, AKP’yi laik veya tarikat-cemaat karşıtı kılmıyor. Sanıldığının aksine AKP, cemaatleştirme-tarikatlaştırma amacından bir nebze geri durmamış, Maarif Vakfı gibi adımlarla Ensar’laşmanın eksiklerini tamamlamış ve o duruşu bir rejime çevirme yönündeki adımları hızlandırmıştır.

Sınıflar mücadelesinin sınır aşan diyalektiği

Meclis’ten çıkarılan yasalarla ve fiili dayatmalarla yavaş yavaş örgütlenen Ensar rejimi, bugün OHAL koşullarında KHK’lerle hızla ve daha radikal adımlarla, muhalif kesimlere cadı avı uygulanarak hayata geçirilmektedir. Süreç, cunta koşullarına has dinamiklerle hızlı ilerliyor; sınıflar mücadelesinin sınır aşan diyalektiği Ortadoğu’daki IŞİD eksenli dayatmaya karşı mücadeleyi, ülkedeki gericileşmeye karşı mücadeleyle, emperyalizme karşı mücadeleyi faşizme karşı mücadeleyle, neoliberal saldırılara karşı mücadeleyi dinselleştirmeye karşı mücadeleyle iç içe sokmuştur.

Bir dönem algılandığı ve sanıldığı gibi laiklik, elit bir kesiminin “kendi sorunu” değil, ayrımcılıktan ve tekçi dayatmadan yana çıkarı olan bir avuç egemen dışında kalan tüm halk kesimlerini sorunudur. Doğru kavranabildiğinde laiklik mücadelesi, tanımladığımız bu çok bileşenli içeriği daraltan değil, kapsayan bir rol oynar, farklar ayrıştırıcı değil zenginleştirici bir işlev görür. Lenin’in “devrimci mücadeleyi tüm demokratik taleplerle ilgili program ve taktiğe bağlamak zorundayız” ifadesi tam da bunu anlatmaktadır.

Bugün artık burjuvazi tepeden tırnağa bir gericileşmenin öncüsüdür; hiçbir demokratik talebe öncülük etme, bu alanda geliştirici adım atma niteliği kalmamıştır. Tam da bu nedenle laiklik, ortaya çıkışındaki tarihsel bağlamdan koparılmadan bugün sınıflar mücadelesinde karşılık düştüğü yere oturtulmalı ve gerekli önem verilmelidir.

Özetle biz, Marx’ın deyimiyle “dünyevi sorunları teolojik sorunlara dönüştürmüyoruz. Teolojik sorunları dünyevi sorunlara dönüştürüyoruz.” Böyle bir mücadele, ezilenlerin saflarını daha net ve daha zengin kılabilmeli, oyalanmanın, yanlış yerde saf tutmanın, müttefiklikte yanılgının yerini sınıf kardeşliği almalıdır. Bu, bütünlüklü bir aydınlığa açılacak kapının birleşik güçle zorlanmasıdır; mücadelede Özgecan’la Berkin’in, Medeni’yle Havva ananın, Soma’yla Roboski’nin ve hatta Lazkiye’yle Antakya’nın yan yana gelmesidir.

Gericilik ne denli derinlere nüfuz etmişse, laiklik mücadelesi o denli derinlere inmeli, mücadele mikro düzeyde de makro düzeyde de yürütülmelidir. Sokak sokak, ev ev, mahalle mahalle mücadele edilecekse, bunun bilinen en gerçekçi aracı Haziran Meclisleri’dir. Bugün meclislerin yeterince aktif olmaması, bir engel olarak görülmemeli, bu sorunun da mücadele içinde somut amaçlar peşinde aşılacağı bilinciyle hareket edilmelidir.