Geçen sene bu zamanlardı, ilk karantina üzerinden iki ay kadar geçmişti ki doğanın bu sayede kendine geldiğine dair bir söylenti ortaya çıkmıştı. Denizde yunuslar görünüyordu. Araçların yokluğu sayesinde kuşlar, hayvanlar duyulabilir, görünür hale gelmişti. O zaman da yazmıştım, doğa hiç de iyileşmiyordu. Nitekim doğanın iyileşmesi insanların karantinaya alınmasıyla değil, toplumsal yaşantının ve bu doğrultuda doğanın da kapitalist düzenlenişinin sonlanması ile sağlanabilirdi.

***

Geçen yıl gözümüze güzel görünen doğadan hareketle oluşturduğumuz bu iyileşme iddiası, ne yazık ki, bu yıl ortaya çıkan kirlilik görüntüleri için aynı derecede bir yankı yaratmamış gözüküyor. İstanbul’da, Adalar’da, Marmara Denizi’ni kaplayan ve hatta Çanakkale’ye ve Balıkesir’e kadar ulaştığı bilinen felaket alameti bir kirlilik sorunumuz var: Müsilaj. Gözümüzle görüyor, kokusunu alabiliyor, sebep ve sonuçlarını biliyoruz. Müsilaj, denizciler arasında ‘deniz salyası’ olarak da anılıyor. Kirlilik ile iklim krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkan sudaki ısı artışıyla üreyen bir tür çamurumsu kümeleşme olarak tarif ediliyor. Bu tariften de anlaşılacağı üzere, öyle insanların evlerine çekilmesiyle ortadan kaldırılabilecek bir şey asla değil. Yunusların varlığı ile üstü örtülebilecek bir sorun da değil.


***

Müsilaj, Marmara Denizi‘ni çevreleyen kentlerden ve sanayilerden arıtılmaksızın deşarj edilen endüstriyel ve evsel atıklardan kaynaklanıyor. Bu atıklar denize döküldükten sonra dağılıp, gözle görünmez hale geliyorsa da ortadan kalkmıyor, birikiyor. Bu birikme sonucu sudaki oksijeni tüketerek deniz ekosistemini yok oluşa vardıracağı bekleniyor. Bu nedenle kelimenin tam anlamıyla müsilaj bir sistem sorunudur. Biyologların, zoologların, oşinografların, çevrecilerin, balıkçıların tüm uyarılarına rağmen arıtma sistemi ve denetimlerini önemsemeyerek; kentlere eşdeğer atığı denizlere akıtan fabrikalara göz yumarak; kıyıları sürekli bir biçimde yapılaşmaya açarak; gıda üretiminde kimyasalları kullanarak bu kirliliğin sürmesine izin veren politikalar nedeniyle oluşmaktadır.

***

İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Deniz Biyolojisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk şöyle diyor Cumhuriyet’te: “Başta Marmara Denizi’nde olmak üzere bu durum kabul edilebilir olmaktan çıkarak, ekolojik bir yıkıma doğru gitmektedir (...) Biyoçeşitlilikte kayıplara, toplu olarak su canlılarının ölmesine, kıyı ve koyların kirlenmesi gibi kayıplara neden olmaktadır.”

İlk olarak 2007, 2008 ve 2009 yıllarında ortaya çıkan bu sarı renkli kümeleşmede petrol ve diğer yabancı maddeler kolaylaştırıcı rol oynamaktadır; bu kümeleşme dibe çökerek deniz suyundaki oksijeni tüketir ve “Deniz suyuna giren ışığın azalması fotosentezi engelleyeceğinden dip canlılarının ve başta hareket etmeyen deniz canlılarının ölmesine neden olacaktır.”

***

Buraya nasıl varıldığını ise şöyle açıklıyor Öztürk: “Marmara Denizi’nde 20 yıl önce hiçbir binanın, tesisin olmadığı kıyılar yerleşimle doldu. Ama arıtma için yeterli yatırımlar yapılmadı. Denizde artan habitat kaybı, aşırı avcılık, kirlenme, yabancı türler ve iklim krizine karşı kendisini koruyacak tedbirleri alamadık. Ciddi koruma alanı oluşturamadık. Kirlenme için ciddi tedbirler alamadık. Koruma için ciddi, gerekli yasal ve teknik alt yapıyı kuramadık.”

***

Öztürk’ün soruna ve maliyetlerine dair paylaştığı bu bilgiler ışığında gerçek bir iyileşmeden söz edebilmek için neler yapılması gerektiği de berraklaşıyor. Bugün Türkiye ekosistemi neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Denizler oksijensiz, dağlar delik deşik, her yer beton; derelerde molozlar, sular kirli… Tüm bu politikaların yılmaz uygulayıcısı AKP iktidarıyla ekosistemde bir iyileşme sağlanamayacağı apaçık ortada; şirketlere, yandaşa göre politikalar yapılmaktan vaz geçilmediği sürece ekosistemlerimiz iyileşmeyecek.