Martıların gözünden

GÖKHAN YAVUZ DEMİR

Çocuk kitaplarını seviyorum. Ama kahramanı hayvanlar olan, hayvanların kendi bakışılarından insanların hayatını anlamlandırmaya çalıştıkları hikâyeler anlatan çocuk kitaplarını çok daha fazla seviyorum. Ayşe Sarısayın’ın böyle pek çok kitabı varmış meselâ: ‘Kedimin Adı Çamur’, ‘Köpeğimin Adı Erik’ ve ‘Kaplumbağamın Adı Meraklı’. Maalesef bunları henüz okumadım. Ama geçenlerde Yasemin Ezberci tarafından resimlenen yeni kitabı ‘Martılarımın Adları Tahir ile Zühre’yi okudum. Heybeliada’daki hayvanlarla insanların müşterek hayatlarının anlatıldığı kitapta komşuluğun ve dostlukların uzun yaz gecelerinde kahkahalarla şenlendirdiği yemek masalarına misafir oluyoruz. Ama elbette romanın başlıca kahramanları martılar; ha, elbette bir de kendiliğinden rol çalıp sahneye fırlayan ve gölge yazarlığa soyunan Bay Cimbil.

Roman kent hayatından sıkılmış bir grup arkadaşın Heybeliada’daki metruk bir binaya yerleşmesini günbegün izleyen martılarla tanışmamızla başlıyor. Her birinin ismi esasında kendi karakterini yansıtıyor: Gamlı ile Gamsız, Dilişen Bey ile Gönlüşen Hanım, Fitne Fücur Bey ile Çemkire Hanım, Kaptı Kaçtı Bey ve daha sonra Tahir ile Zühre ismini alacak Deli ile Divane. Bütün bu martı topluluğunun tek merak ettiği şey, evin yeni sakinlerinin iyi insanlar olup olmadıkları. Aslında bekledikleri tek şey, susuz kalmamaları için büyük bir kaba su konmasının unutulmaması ve sofradan arta kalanların kendileriyle paylaşılması. Bazıları bu konuda karamsar, bazılarıysa hâlâ insanlara şans vermeyi deneyecek kadar iyimser. Kesin olansa insan dünyasının kendi dışında kalan canlıların aleyhine büyümesi. Martılar yumurtalarını güvenle saklayacakları, yuva olabilecek sakin bir köşeyi koskoca adada bulamamaktan şikâyetçiler meselâ. Açlık, susuzluk, nedensiz şiddete maruz kalma ve çöpte artıklarla beslenmeye çalışırken plastik denen insan icadı bir pisliği yemek zorunda kalmaksageri kalan öbür şikâyetler arasında yer alıyor.

Kitabın içinde martıların veya Bay Cimbil’in tanıklığıyla çevre sorunları bir geçit resmi yapıyor: Adadaki tatil sonrası terk edilmiş kimsesiz köpekler, turistlerin memnuniyeti bahanesiyle faytoncuların açgözlülüğüyle acımasızca faytonlara koşulan atlar ve piknikçilerin arkalarında bıraktıkları çöp dağları. Bir tarafta insanlık kepçeyle önümüze dağ gibi çevre meseleleri yığarken, diğer tarafta tek tek insanların ellerinde çay kaşıklarıyla doğaya verilen hasarı gidermeye çalışması. Bütün bunlar martı gaklamaları arasında okurun önüne seriliyor.

Teselliyi Bay Cimbil’in mizahında buluyoruz. Her bölümün arasına girip olan bitenin aslında her şeyi abartan martıların anlattığından veya kitabın yazarı ve kahramanı Ayşe’nin yazdıklarından nasıl farklı olduğunu bize kendisi anlatıyor. Bay Cimbil, yazara veya martılara o kadar güvenmiyor ki çatıda keyif yapmaktan veya bahçede oynamaktan vazgeçip çalışma masasında bilgisayarın başında oturmayı tercih ediyor. Bu sayede her bölüm arasında onun o eşsiz bilgeliğinin ürünü olan görüşlerinden biz okurlar da payımızı alıyoruz. Kim bilir, belki de Bay Cimbil’in kendi anlattığı hikâyenin baş kahramanı olduğu bir roman yazmasının vakti gelmiştir.

Yaklaşan kavurucu yaz günlerinin arefesinde, sokaktaki başka canlar veya evlâd-ı hayvanat için bir kap su ve mama bırakmayı bize her daim hatırlatacak böyle kahramanları hayvanlar olan kitapları seviyorum. Dünyanın bizden ibaret olmadığını unutmamak bazen bir başkası için bu kadar hayatî olabiliyor işte.