Tarih, sosyal ve siyasal pratiklerin toplamıdır. İyi ya da kötü her olay tarihin kurgulanabilen alanına dâhildir. Kurucu vasfa sahip kurgular yukarıdan aşağıya veya merkezden çevreye yapılmaz; kolektifin bizzat kendisi tarafından, bütün bir yaşam alanını kapsayacak şekilde yapılır ve hayata geçirilir

Marx’ın anlattığı

MURAT MÜFETTİŞOĞLU / mmufettisoglu@gmail.com

Mesleği konusunda kafası zehir zemberek çalışan, benim de yakından tanıdığım bir montaj işçisi var. Vakti zamanında Anadolu’dan İstanbul’a göçüp sanayi bölgelerinden birine yerleşmişler. Babası bir fabrikada iş bulunca ailecek toprak emekçiliğinden makine emekçiliğine “terfi etmişler”. On dört yıldır maaile iktidarın peşinde bayrak sallıyorlar. ‘Neden?’ diye sorduğumda her defasında aynı yanıtı alıyorum: “Eskiden türbanlılar üniversitelere giremiyorlardı, şimdi girebiliyorlar.” Kendisi devamlı çalışmak zorunda kaldığından üniversite okuyamamış, çocuklarınınsa okuyacağı hayli şüpheli. Asıl meselenin maneviyat üzerinden maddi sömürü olduğunu, üstünün de ‘türbanla’ örtüldüğünü söylüyorum. Montajda kullandığı zekâsını ‘off’ konumuna alıp bildik ezberini tekrarlıyor.

Tarih, sosyal ve siyasal pratiklerin toplamıdır. İyi ya da kötü her olay tarihin kurgulanabilen alanına dâhildir. Kurucu vasfa sahip kurgular yukarıdan aşağıya veya merkezden çevreye yapılmaz; kolektifin bizzat kendisi tarafından, bütün bir yaşam alanını kapsayacak şekilde yapılır ve hayata geçirilir. Sonuçta ortaya çıkan pratikler, bugünkünden apayrı barışçıl bir tarihsel seyre karşılık gelir. Yani insanlığın bu biricik serüveninde kendiliğinden hareketlere pek yer yoktur. Öngörülemeyen doğa olayları ile beşerin ilişkisi için de aynı kural geçerlidir. Söz gelimi; binaları bölgenin tektonik ve topografik koşullarına uygun şekilde yaparsanız sekiz ölçeğindeki bir depremi dahi burnunuz kanamadan yaşarsınız. Yok, rantın ve kalitesizliğin peşinden giderseniz; on binlerce insanın ölümüne, bir o kadarının sakat kalmasına, şehirlerin yok olmasına, kitlesel göçlere, sosyolojinin ve kültürün değişmesine, en kötüsü, zamanda ve mekânda telafisi mümkün olmayan kopuşlara neden olursunuz. Bir başka örnek küresel ve bölgesel savaşlar. Genellikle emperyal çıkarlar uğruna ve/veya uluslararası siyasete ayar çekmek adına yapıldıklarından doğa kanunlarıyla ilgisi yoktur. Adına Cihad denen ve Allah’ın emri olduğu iddia edilen savaşlar var ki onlar da emperyalizme tabidir. Sonuçlarının doğal afetlerden çok daha trajik ve yıkıcı oldukları malumunuz. Son örneğimiz ise, ülke tarihinin en kitlesel kalkışması olan Gezi hadisesi. Kimi iddiaların aksine o kadar da kendiliğinden değildi. Özgürlüklerine az buçuk düşkün olanlar, önceki nesillerin itiraz ve mücadele genlerini de içlerinde taşırlar; yaşam alanları daraltıldığında da tepki verirler. Sırası gelmişken kısaca değinelim: Gezi’nin aylar sonra “sönümlemesinin” nedenleri tartışmalıdır. Kanımca, mevcut işçi örgütlerinden ve Kürt Özgürlük Hareketi’nden zamanında ve yeterli destek gelseydi her şey çok daha farklı olabilirdi. Gezicileri ‘örgütsüz heterojen’ kalabalıklar olarak nitelendirip atalet hâlinde kalmayı tercih eden pek çok “örgütlü homojen” yapı, yaptıkları taktik-stratejik yanlış bir yana, tarihsel bir fırsatı da kaçırdılar… İlk iki örneğin üçüncüsüyle farkını koyup asıl konumuza dönelim: 1. Doğal afetlere bağlı kayıplar istenirse minimuma indirilebilirler. 2. İstenirse savaşlar olmaz, insanlar ölmez, buna Allah adına yapılanlar dahildir. 3. Toplumların hayrına olan kalkışmalar ise istenmeseler dahi gerçekleşebilirler, çünkü kitlesel varoluş refleksleri barındırırlar. Yeter ki nesilden nesile aktarımda ve destekte süreklilik sağlanabilsin. Sistemik iktidarlar bütün bunları bildiğinden, gerçekleri eğip bükmenin, açık çelişkilerin üstünü örtmenin, bireylerin algılarıyla oynamanın ve onları oyalamanın çabasına girerler. Bu da iktidarların süreklilik oyunudur.

Marx, Alman İdeolojisi’nde şöyle der: “Egemen düşünceler, hâkim maddi ilişkilerin ideal ifadesinden başka şey değildir.”

Toplumdaki maddi ilişkileri kurgulayıp yönetenler, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da ellerinde bulundururlar. Devlet ve bürokratik yapı, hukuk ve ceza sistemi, demokrasi anlayışı, eğitim kurumları, akademiler, sivil toplum kuruluşları, medya ve popüler kültür, din ve inanç sistemleri, aile kültürü, bireysel ve toplumsal ahlak, gelenek ve görenekler, hatta muhalif dil ve yöntemler hâkim maddi ilişkilerce belirlenirken, aynı anda bu ilişkilerin sürekliliğine de katkı sağlarlar. Montaj işçimizin siyasal iktidara verdiği koşulsuz desteğin sembol gerekçesi olan ‘türban’, bahse konu maddi ilişkiler matrisinin ve onun ürettiği zihniyetin bir sonucudur. İsteyen elbette türban takabilir, işin orasında değiliz. Muhaliflere düşen, neyin hangi çıkarlara alet edildiğini bilmeyenlere anlatmaktır. Hâl buyken, inancın simgelerinden ve sembollerinden kotarılmış bir iktidar siyasetine ‘milli mutabakat’ hatırına angaje olmak, laisizmi ve sekülerizmi savunduğunu iddia edenlerin büyük çelişkisidir. Ya da, hâkim maddi ilişkilerin (sistem içi) muhalif düşünceyi de belirlediği bir konjonktürde çelişki falan aramamak gerekir.

Marx’ın yukarıdaki tespitinin bilimselliği bir yana, sol-sosyalistler için açık görüş ve esenlik sağlar. Özellikle politik bilincin alabora olduğu, sol düşüncenin zayıfladığı dönemlerde turnusol kâğıdı işlevi gördüğünden, it iziyle at izinin, sapla samanın ayrımını kolaylaştırır. Fatih Yaşlı’nın 6/7 Eylül olayları hakkındaki 07.09.2016 tarihli BirGün makalesi kanımca iyi bir örnek. Özetle aktarıyorum: "Resmi tarihe göre olaylar, Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanmasına milletin verdiği tepkiden başka şey değildir. Liberal ve muhafazakâr tarihçilere göreyse, İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan devlet geleneğinin ve vesayet rejiminin bir yansıması olup Rumları ülkeden atma operasyonudur’. Hâlâ geçerliliğini koruyan egemen bakış meseleyi böyle görmüş. Oysa Yaşlı’nın yazısının ilerleyen bölümlerinde de belirttiği gibi, olayların köken sebebi başkadır: "Ada’da güçlenen Rum-Türk ittifakından İngiliz emperyalizmi rahatsızlık duymuş; müttefiki olan Türk yönetici sınıfıyla birlikte Selanik’teki bombalamayı tezgâhlamışlardır. Amaç, Rumlarla Türkleri birbirine düşürmek ve adadaki ipleri yeniden ele geçirmektir.’

marx-in-anlattigi-186853-1.

Malum egemen görüşlerin, devletçi, milliyetçi, liberal ve muhafazakâr ideolojileri refere ettikleri, bunların da ‘emperyalist-kapitalist’ paradigma içinde var oldukları bilinen gerçeklerdir. Aynı görüş(ler), 6/7 Eylül olaylarından yirmi beş yıl sonra yaşanan 12 Eylül’ü de, “devletin ve milletin bütünlüğünün korunması, ülke huzurunun tesisi” adına yapılmış meşru bir müdahale olarak tanımlamıştı. Asıl amaç, yükselen sol muhalefeti bitirmek ve sermayenin talepleri doğrultusunda neoliberal politikalara zemin hazırlamaktı. 6/7 Eylül provokasyonuyla 12 Eylül Darbesi'nin ardından yapılan manipülatif gerekçelendirmelerin son tahlilde hâkim maddi ilişkilere hizmet ettiği aşikâr, dolayısıyla, memleket tarihinde at koşturmayı sürdüren sağ politik figürlerin gerçekte neye hizmet ettikleri de. Marx olup bitenleri duysaydı figürle magazinle pek ilgilenmez; misal, 12 Eylül Darbesi’nin hazırlattığı anayasaya halkın verdiği %92’lik desteğe ya da bir işçinin, kapitalist, gerici bir iktidarın peşinden gitmesine dikkat çekerdi. Ve derdi ki: “Alman İdeolojisi’nde anlattığım tam da bu durumdur!”