Marx, Kapital ve ‘Kolektif Prometheus’

TÜLİN ÖNGEN - KANSU YILDIRIM

De te fabula narratur!.. ‘Anlatılan senin hikâyendir’ sözü, 1867’den bu yana dünyanın farklı coğrafyalarındaki ezilen ve sömürülen sınıflara kapitalist üretim tarzının dinamiklerini, çelişkilerini ve buna karşı ne yapması gerektiğini anlatan birisine, Karl Marx’a ait. İşçi sınıfı, Marx’ın yapıtlarında hem felsefi hem iktisadi hem de siyasi bir özne olarak ele alınmaya başladığı günden itibaren dünyadaki devrimci mücadelelerin de asli bir figürü haline gelmiştir.

Marx, sınıfı, toplum çözümlemesinde akademik veya metodolojik kaygılarla değil; tarihsel bir formasyonun ancak özgül sınıf karakteri ile bu karakterin şekillenmesinde etken olan sınıf mücadelesi süreçlerinin çözümlenmesiyle anlaşılabileceğini düşündüğü için teorisinde merkezi bir konuma yerleştirdi. Öte yandan tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu ve proletaryanın sosyalist devrimin yegâne öznesi olduğunu açıkça beyan etmesine rağmen Marx, yapıtlarında bütünlüklü bir sınıf modeli geliştirmediği gibi işçi sınıfı ile devrimci pratik arasındaki ilişkiye dair sistematik bir çözümleme de ortaya koymamıştır.

Vefatından sonra bulunan birkaç paragraflık elyazmalarından sınıf sorununu ayrıca irdelemeyi düşündüğünü, hatta Kapital’in üçüncü cildinin son bölümünü bu konuya ayırmaya niyetlendiğini biliyoruz. Ne yazık ki bunu gerçekleştirmeye ömrü yetmemiştir. Yine de tüm yapıtları göz önüne alındığında sınıf ve sınıf mücadelesinin Marx’ın düşünce dünyasının odak noktasında yer aldığı çok açıktır. Nitekim daha çok bir siyasal iktisat çalışması olarak kabul edilen Kapital’in anahtar kavramı ve çözümleme birimi de sınıftır.

Kapital’in ilk cildine 24 Ocak 1873 tarihli yazdığı Önsöz’de “…tarihsel görevi kapitalist üretim tarzını yıkmak ve sınıfları ortadan kaldırmak olan sınıf temsil edebilir: proletarya” ifadesiyle işçi sınıfının politik ve pratik konumunun altını bir kez daha çizmiştir. Proletaryanın tarihsel ve sınıfsal görevlerini inceleyen Marx’ın düşünce dizgesinde ‘erken dönem’ ve ‘geç dönem’ eserleri üzerinden sınıf sorununa dair iki ana hattın belirginleştiğini söylemek mümkündür.

Marx’ın (Engels ile birlikte yazdıkları da dahil) 1844 Elyazmaları, Komünist Manifesto ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı gibi ilk dönem yapıtlarında sınıfa daha çok insan türünün genel ‘kurtuluşu’ ve ‘özgürleşmesi’ temalarında yaklaştığı görülür. Bu yapıtlardaki teorik bağlam, insanlığın kurtuluşunun felsefeyle olan karşılıklılık ilişkisi üzerine kurulmuştur. Marx’a göre felsefe, proletaryayı ortadan kaldırmadan kendini gerçekleştiremeyecek, proletarya da felsefeyi gerçekleştirmeden kendini ortadan kaldıramayacaktır.

Kapitalist toplumda en yüksek aşamasına ulaşan ‘dehümanizasyona’ uğramış olan proletaryanın kurtuluşu, yabancılaşmadan payını alan tüm sınıfların kurtuluşuna bağlıdır. Proletarya, bir bütün olarak toplumu özgürleştirmeden kendi kurtuluşunu gerçekleştiremeyecektir. Bu düşünce dizgesinde, proletaryanın özel mülkiyeti tasfiye ederek tüm sınıf ayrımlarını ortadan kaldırmaya dönük devrimci mücadelesi, insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirecek olan bir mücadeledir. Çünkü toplumun ortak çıkarları yalnızca proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla örtüşmekte, bu yüzden de proletaryanın talepleri ve ortak çıkarları insanlığın ortak ihtiyaçlarını temsil etmektedir.

Marx’ın sınıfı felsefi bir kategori olarak soyutlamaya ve yorumlamaya en fazla yaklaştığı düşünülen metinlerinde bile (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi gibi) sınıf, ‘mesihvari’ bir varlık olarak değil, tam tersine felsefenin harekete geçirici kıvılcımını beklemekte olan bir toplumsal güç olarak karşımıza çıkar. İşçi sınıfının devrimci bir sınıf olmasının nedeni ontolojiktir; toplumsal ve tarihsel konumuyla ilişkilidir. Proletarya, ‘ancak insanın tam olarak yeniden kazanılması ile kazanabilecek’ bir sınıf olduğu, en önemlisi kapitalist toplumu komünist topluma taşıyabilecek ‘özel’ bir sınıf olduğu için devrimci karakterlidir.

Gotha Programının Eleştirisi ve Kapital’in üçüncü cildi gibi son dönem yapıtlarına bakıldığında ise, Marx’ın insan türünün kurtuluşu temasının yerine, bizatihi kurtuluşun somut yolları hakkında düşünmeye odaklandığı görülür. Marx, kapitalizmi tarih sahnesinden silerek insanlığın evrensel kurtuluşunu gerçekleştirecek olan devrimci öznenin üretim süreci içindeki yerini (maddi koşullarını) araştırmaya yönelir.

Söz konusu yönelişe bakarak Marx’ın sınıfa tümüyle ‘felsefeden’ arınmış ampirik bir kategori olarak yaklaşmaya başladığı, dolayısıyla Kapital’deki çözümlemelerinin hiçbir ‘felsefi’ veya politik motif içermediği söylenemez. Çünkü kapitalizmin nesnel bir sistem olarak çözümlenmesi, proletaryanın üretim süreci içindeki yerini ve nesnel koşullarını ortaya koymaya, sınıfsal oluşumun maddi koşullarını belirlemeye dönüktür. Bu yüzden Kapital, sosyolojik olduğu kadar ‘felsefi’ ve politik çözümlemeler içeren bir metindir. [Üçüncü ciltte geçen, ‘özgürlük dünyası’ olarak nitelenen toplumsal koşulun gerçekleşebilmesi için sömürünün ve tahakküm ilişkisinin hüküm sürdüğü ‘zorunluluk dünyası’nın ortadan kaldırılmasına yönelik tespit, politik ve felsefi perspektifin dışavurumudur.]

Kapitalizm koşullarında üretimin herhangi bir bilinçli plandan çok sistemin artık değer üretimine dönük zorunlu yasaları uyarınca gerçekleştiğini gören Marx, artık değer ile sınıf sorunu arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışmaktadır. Artık değerin özü, işçinin kendi ihtiyacı için üretimde bulunmaması, yani ürettiklerine sahip olmaması olduğundan kapitalist üretimin doğası ile sınıf ilişkilerinin niteliği arasındaki bağın kavranması önemli görülmektedir.

Marx’ın işçinin emeği karşılığı aldığı ücretin yarattığı yanılsama -meta fetişizmi- üzerinde ısrarla durması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Çünkü meta fetişizmi çözümlemesi, özneyi nesneden ayıran (doğrudan üreticiyi ürettiği ürüne yabancılaştıran) süreçlerin varlığını, dolayısıyla öznenin ‘özgürleşmesinin’ önündeki engelleri göstermek içindir. Emeğin ve ürünlerin metalar biçimini alması, mübadele değerinin kullanım değerinin yerini alması, emekle ürünlerin metalar arası ilişkiye dönüşmesine neden olduğundan, sermayenin emekle eşitsiz ilişkisini gizlemektedir.

Emeğin toplumsal karakterini gizleyen ‘meta fetişizmi’, insanların, şeylerin dünyasının, yani kendi etkinliğinin yarattığı ama kapitalist ekonomik sistemin işleyişi sonucunda nesnel bağımsız bir güç olarak kendi aleyhine dönen süreçlerin tahakkümü altına girmesinin kaynağıdır.

Gerek erken gerekse geç dönem olsun, Marx’ın sınıf nosyonunun ekonomist bir öz taşımadığı açıktır. Marx’ın sınıfı, salt bir ekonomik inceleme nesnesinden ibaret görmediği, kapitalizmi bir ekonomik sistem olarak çözümlediği yapıtlarında bile sınıfı, ekonomik olmaktan çok toplumsal bir kategori olarak değerlendirdiği ortadadır. Ayrıca kendisi, işçi sınıfındaki devrimci potansiyelin harekete geçmesi konusunda bazı yapıtlarında daha determinist, bazılarında ise daha iradeci bir yaklaşım sergilese dahi, ekonomik öznenin zorunlu olarak tarihsel özneye dönüşeceğinden söz etmemiştir. O halde Marx’ın tarihsel hareket konusunda determinizm ile voluntarizmin diyalektik birliğini esas alan bir tutum içinde bulunduğu söylenebilir, Engels bu durumu ‘tarihsel bileşke’ kavramıyla niteler. Son dönem eserlerinde belirginleşen, maddi koşullar (yapı) ile öznel koşullar (iradi eylem) arasında uyum kadar karşıtlığı da kabul eden bir yaklaşım içerir.

Marx için proletarya, ne bir mesihvari ne de bir kendinden menkul varlıktır; insanların tek tek yaşadığı çelişkiyi aşacak ortak aklın ve iradenin temsilcisi olabilecek bir sınıf olduğu, başka bir deyişle tekil insanların çıkarları ile onların türsel varlığının ortak çıkarları arasında yüzyıllardır süren çelişkiyi bir devrimle ortadan kaldıracak olan, ‘kolektif Prometheus’un kendisi olduğu için devrimci bir sınıftır.

Kapitalist üretim tarzı varoldukça işçi sınıfının toplumsal/siyasal bir özne olarak marjinalleşmesi veya yok oluşu söz konusu değildir. Ama sınıfın günümüz kapitalizminin koşullarında kolektif bir özne olarak yeniden inşası ve devrimci bir güç konumuna yükseltilmesi gerekmektedir. Bunu yapacak olan da devrimci siyasettir. Çünkü kendi tarihsel ve toplumsal çıkarlarını gözeten ve onları temsil eden bir siyasal iradenin öncülüğü olmaksızın hiçbir toplumsal kütlenin kolektif bir özne ve devrimci bir güç haline gelmesi mümkün değildir.