Marx sonrası kooperatifçilik tartışmaları

İLKAY ÖZ

Bernstein ve Luxemburg

Kooperatifçilik Marx sonrası Marksist teori için tartışma konusu olmayı sürdürmüştür. Revizyonizmin kurucusu EduardBernstein’in yazılarına cevap vermek için kaleme aldığı Reform mu Devrim mi? kitabında Rosa Luxemburg, Bernstein’ın kooperatifleri sosyalizmin gerçekleşeceği iki yoldan biri-diğeri sendikacılıktır- olarak görmesi karşısında kooperatifçilik meselesine de bir başlık ayırmıştı. Luxemburg’a göre kooperatifler ve özellikle üretim kooperatifleri kapitalizmin ortasında melez bir form oluşturur ve kapitalist mübadele içindeki küçük sosyalistleşmiş üretim birimleri olarak tanımlanabilirler. Ona göre kapitalist ekonomi içinde sermaye çıkarları için yoğun sömürü koşullarında üretim yapan işletmelerle rekabet etmek işçi kooperatiflerini birtakım çelişkilere iter. İşçiler hem kendi çalışma koşullarını iyileştirmek, hem de kapitalist girişimci rolünü oynamak zorunda kalır. Bu çelişki de işçi kooperatiflerinin sonu olur, bu kooperatifler ya yeniden kapitalist gelişime dönüşürler ya da işçi çıkarları ağır geldiği durumlarda dağılırlar. Üretim kooperatiflerinin kapitalist üretim içindeki üretim biçimiyle mübadele biçimi arasındaki bu çelişkiyi ortadan kaldırıp yaşamını sürdürebilmesinde ancak tüketim kooperatifleri destek olabilir. Ama tüketici ve üretici kooperatifleri sermaye üretiminin en önemli dallarının- tekstil, madencilik, metalurji ve petrol endüstrileri, makine, lokomotif ve gemi yapımı- dışında olup neredeyse gıda alanıyla sınırlandığı için tek başına, genel bir toplumsal dönüşümün aracı olamaz. Çünkü mücadele üretim sermayesine karşı savaştan, yani kapitalist ekonominin temeline karşı savaştan, ticaret sermayesine, küçük ve orta ticaret sermayesine karşı, yani kapitalizmin küçük unsurlarına karşı savaşa indirgenir.

Lenin ve kooperatifçilik üzerine

Lenin Ekim Devrimi sonrasında ve NEP’in (Yeni Ekonomi Politikaları) uygulama koyulması sonrasında kaleme aldığı Kooperatifçilik Üzerine yazısında politik iktidarın ve üretim araçlarının işçi sınıfının eline geçmesinden sonra en önemli işin halkı kooperatif kolektiflerinde örgütlemek olarak tanımlamıştır. Halkın kooperatiflerde örgütlenmesiyle sosyalizm hedefine ulaşacaktır. Kooperatifler “sosyalist toplumun kuruluşunun bizzat kendisi değildir; ama bunun için gerekli ve yeterli olandır.” Lenin açısından kooperatiflerin önemi iki şeyden kaynaklanmaktadır. İlki üretim araçlarının devletin elinde bulunması, ikincisi de “köylüler açısından en basit en kolay ve en benimsenebilir” yol olması. Bu sebeple kooperatiflere bir dizi ekonomik, mali ve bankacılık konusunda ayrıcalık tanınmalı ve halk kooperatiflere katılmasının yararlarını göreceği şekilde “aydın” konuma yükseltilmelidir. Çünkü üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti sağlandığında “çağdaş kooperatif sistemi bir sosyalizm sistemi olacaktır”.

Holloway vs Harvey

Lenin üretim araçlarının işçi sınıfına geçtiği bir aşamada, devrim sonrasında kooperatifçiliğin muazzam önemine dikkat çekmektedir. Peki kooperatifçilik devrimci bir dönüşümü mümkün kılabilir mi? Zapatista deneyimleri üzerine yoğunlaşan John Holloway’e göre devrimi ancak kapitalist tahakküm içerisindeki çatlakların genişletilmesi ve çoğaltılması üzerinden düşünülebilir. Bu çatlaklar da hiyerarşik olmayan, yereldeki otonom faaliyetler, fabrika işgalleri, kooperatifler gibi özyönetimci hareket ve gruplarla mümkün kılınabilir. David Harvey ise işçi özyönetimi, dayanışma ekonomileri, yerel ticaret sistemleri yoluyla sistemi değiştirme girişimlerinin küresel ölçekte kapitalizm karşıtı çözümler üretmede başarısız olduğunu ifade etmektedir. Bu tür deneyimlerin başarısız olma nedeni ise Harvey’e göre çok basittir: Kapitalist dünyada varlığını sürdüren bütün işletmeler ‘rekabetin zorunlu yasaları’na tabidirler. Rakipleri kendilerine benzer bir ürünü çok daha düşük fiyata satarsa bu kooperatifler ya iflas ederler ya da verimliliği artırmaya veya üretim maliyetlerini düşürmeye, yani emek, ara mal ve ham madde maliyetini azaltmaya çalışırlar. Böylece bu yapılar kapitalist rakiplerini taklit ederler. Hatta, işçiler “en az sermaye tarafından dayatılan kadar ezici bir kolektif öz-sömürü durumuna” düşebilirler. Harvey’e göre işçi denetimine veya kolektif üretim ve tüketime dayanan bu tür deneyimlerin kapitalist değer yasasının dünya genelindeki işleyişine karşı çıkabilmesi için “makro-iktisadi ilişkiler hakkında teorik bir kavrayış”a sahip olmakla birlikte “farklı bir tür teknik ve örgütsel gelişkinlik düzeyi”ne ulaşması gerekmektedir. Oysa kapitalist pazarlara bağımlılık ilişkisinden tamamen kopup kendi alternatif dünyasını yaratabilmesi için gelişkin üretim araçlarını elinde bulundurması, A’dan Z’ye her bakımdan kendi kendisine yetebilmesi gerekmektedir. Bu ise dünya genelinde siyasi bir hâkimiyet kurmadan pek mümkün görünmemektedir.