Himani’nin hayatı ile kitabı, mücadelesi ile teorisi, deneyimi ile eseri arasında ilmek ilmek dokunmuş bağlar var

Marx’tan yeniden doğabiliriz

GÖKHAN ATILGAN* / atilganster@gmail.com

Murathan Mungan’ın güzelim şarkı sözü “aşk tesadüfleri sever” diye başlar. Bilim ise tesadüflere pek yüz vermez. Bununla beraber bazı hoş tesadüfler, bilimsel çalışmaların başka topraklarda bir gül gibi açılmasına vesile olabilir. Ne de olsa “güller açılmayı sever.” Bu yazıda ancak kısaca üzerinde durabileceğimiz çok önemli bir kitap, işte böyle hoş bir tesadüf sonucunda Türkiye toprağında uç vermiş bir tomurcuk olabilir.

Gökbörü Sarp Tanyıldız, rahlesinde Marksizm tedrisatı gördüğü Prof. Dr. Cem Eroğul emekli olmadan yalnızca bir yıl önce (2009) SBF’den mezun oluyor. Toronto’daki York Üniversitesi’nde emeritus olan Prof. Dr. Himani Bannerji’nin son derslerine nefes nefese yetişiyor ve onun danışmanlığını yaptığı son doktora öğrencisi oluyor. Sonra iki hocasını 2014 Nisanında İstanbul’da tanıştırıyor. Bu güzel tesadüfün meyvesi Eroğul’un, Himani’nin çeşitli deneme ve incelemelerinden hazırladığı bir seçki oluyor. Seçki, Türkiye’nin safkan Marksist yayınevi YordamKitap’tan 2016 Nisanında çıkıyor: Marx’tan Yeniden Doğmak. Kitap, çok önemli toplumsal sorunlarına güçlü ve hep bir ağızdan siyasal yanıtlar söyleyememiş Türkiye toprağında bir kızıl gonca gibi açılacağa benziyor.

Himani’nin hayatı ile kitabı, mücadelesi ile teorisi, deneyimi ile eseri arasında ilmek ilmek dokunmuş bağlar var. Ömrü boyunca maruz kaldığı ve kararlılıkla mücadele ettiği sınıfsal sömürü, ataerkillik, ırkçılık, milliyetçilik, sömürgecilik, faşizm ve emperyalizm onun akademik çalışmalarının sınırlarını da çiziyor. Siyasal eylemci Himani’nin mücadele ettiği baskı odakları, aynı zamanda, akademisyen Himani’nin kuramsal araştırmalarının nesneleri oluyor. Çalışma alanlarına düşünsel katkılarının sırrı da burada zaten. Aklının içinde dönen zemberek, bireysel mücadelesi ile toplumsal ilişkiler ağını ilişkilendiren bir canlı mekanizma. Böylesi bir zihinsel hassasiyet, tepeye konumlanıp ahkâm kesmek yerine aşağıya konumlanıp ahkâmın önünü kesmeye yarıyor. Güzellikle, yalınlıkla ve berraklıkla…

Himani’nin Marx’ta bulup incelik ve ustalıkla işe koştuğu bakış açısı; toplumsal baskı biçimlerinin ayrı ayrı var olmadıkları, bu yüzden ayrı ayrı incelenemeyecekleri ve nihayetinde de ayrı ayrı çözülemeyecekleri fikrine dayanıyor. Bunun daha berisinde de iktisadî, sosyal, siyasal ve kültürel ilişkilerin gerçekte farklı alanlarda oluşmadığı fikri uzanıyor.

Huysuz ve inatçı bir ihtiyar haline gelmiş kapitalizmin dünyasında her bucağı kaskatı bir irin tabakası gibi sarmış bulunan toplumsal sınıf, cinsiyet, ırk ve etnisite baskıları üzerine düşüncelerimizin, ağır yenilgiler ve kırılan ümitlerden sonra ancak ve yalnızca Marx’tan yeniden doğabileceğine ilişkin senfonik bir haykırış Himani’nin kitabı. Şimdi gelin bu çok önemli noktaya odaklanalım.

Kitabın en önemli makalesi, Türkiye’deki siyasal tartışmaları da yakından ilgilendiren ve kitaba adını veren “Marx’tan Yeniden Doğmak: Irk, Toplumsal Cinsiyet ve Sınıf Üzerine Düşünceler.” Himani, bu makalesinde ilk görüşte göze güzel, ilk duyuşta kulağa hoş gelen bir fikri kuramsal olarak aşındırıyor ve sonunda da yıkıp aşıyor.

Bu genel fikre göre; baskı altındaki toplumsal kesimler, kendi mücadelelerini, kendilerine özgü toplumsal zeminlerde kendi başlarına meydana çıkarırlar. Dışsal sınırlarla meydana çıkan bu mücadeleler kesişirlerse ya da bir koalisyon halinde bir araya gelirlerse itirazlarını daha güçlü biçimde seslendirirler. Böylelikle de sesleri daha gür çıkar. Himani’ye göre bu, basit bir siyasal aritmetiktir ve “eklemeci çoğulculuk” mantığını yansıtır. Eklemeci çoğulculuk mantığıyla bir araya gelen hareketler, sınıf ve sermaye konularını ya görmezden gelirler ya da gereksiz bulurlar. Bunun sonucu da etnisite, ırk, cinsellik, kimlik gibi temellere dayanan taleplerin kültürel terimlerle dile getirilmesi olur. Böylesi bir siyasal mantıkta, sözgelimi ezilen ulus sorunu bir çokkültürcülük ve etnik köken sorunu haline gelir. Bu halde ise radikal demokrasi, söylem kuramları, postmodernizm ve liberalizmin ileri uçları şaha kalkıp dörtnala koşmaya başlarlar. Ortalık toz duman olunca kapitalizm, emperyalizm ve sınıf egemenliği alanın dışına fırlatılır. Bu çarpık tabloya rengini çalan ise eski ve müzmin bir kavramdır ve hâkim olmuş mantığın içinde hiç durmadan kımıldanır durur: indirgemecilik.

Vaktiyle Marksizmin pozitivist yorumlarından çıkan ‘ekonomik indirgemecilik’e karşı verilen mücadele, günümüzde ‘kültürel indirgemecilik’e karşı verilmek zorundadır, Himani’ye göre. İndirgemecilik, şimdi bize etnik kimliğin kültürel; toplumsal cinsiyetin sosyal; ve toplumsal sınıfın da ekonomik bir kategori olduğunu fısıldarken hınzır ve sinsidir. Bu sinsilik, sınıf mücadelesinin etnisite ve toplumsal cinsiyet kavramları olmaksızın da yürütülebileceğine, etnik kimliğe dayalı mücadelenin sınıf mücadelesini öteleyeceğine, toplumsal cinsiyet temelli mücadelelerin toplumsal sınıf kavramına muhtaç olmadığına ilişkin düşünsel bir virüsü hızla yayar. Oysa bu virüsü durduracak olan şey; Marx’ın, toplumsal sınıf kavramına “toplumsal ilişkiler, pratikler ve örgütlenmeler bütünlüğü” anlamını vermesidir. Toplumsal sınıf kavramı, böylece, özgül bir toplumsal formasyonda, içine etnisite, ırk ve toplumsal cinsiyet katılmadan kullanılamaz.

Bu çok önemli bakış açısı sadece bir bakış açısı, ona ulaşmak için öne sürülen tezler de sadece birer zihinsel egzersiz değildir. Himani’nin çok önemli vurgusu buna yöneliktir, aslında. Toplumsal sınıfın içine kazınmış etnisite ve toplumsal cinsiyet; toplumsal cinsiyetin içine kazınmış toplumsal sınıf ve etnisite; etnisitenin içine kazınmış toplumsal sınıf ve toplumsal cinsiyet ufku bizi siyasal bir stratejinin kuruluşuna götürür. Gözlerimizi kapatıp Türkiye’yi düşündüğümüzde Kürtlerin, kadınların, işçilerin taleplerinin alt alta yazılması, gövdelerinin omuz omuza getirilmesi gibi bir strateji değildir bu. Sermaye düzeninden kaynaklanan tüm eşitsizlikleri kaynaşık bir mücadeleyle alt etme stratejisidir, söz konusu olan. Tersi, kapitalizmi aşamaz ve yenilgi kaderinden kurtulamaz çünkü. Öyleyse, ayrı ayrı seyretme yanılgısında direttikçe üten, yenen, boğan, soluksuz bırakan sermaye karşısında ancak Marx’la doğabiliriz yeniden. Ve doğmalıyız.

Bu yeniden doğuş, aynı milletin içindeki sınıfsal karşıtlıklara, aynı cinsiyetin içindeki sınıfsal konumlardan kaynaklı üstünlüklere ya da dezavantajlara gözümüzü açar. Ama bununla kalmaz. İki farklı yöne daha ışık düşürür. Birincisi: aynı sınıfsal saflara farklı milletlerden dizilmiş emekçilerden bazısının ezilen, mazlum milletten gelmiş bulunduğu, farklı toplumsal cinsiyetlerden katılmış emekçilerden kadın olanlarının da ezilen bir cinsiyetin içinden çıktığıdır. İkincisi; sınıfsal, etnik ya da cinsiyete dayalı eşitsizliklerin ve ezilmişliklerin karşıt sınıfın mührünü bastığı düzenin içinde hayat bulduğudur. Bu da demektir ki; etnisitesiz ve toplumsal cinsiyetsiz bir emekçi sınıf tanımı mümkün değildir. Tıpkı sınıfsız bir etnisite ve toplumsal cinsiyet tanımının mümkün olmaması gibi. Etnisitede toplumsal sınıfı, toplumsal sınıfta toplumsal cinsiyeti, toplumsal cinsiyette etnisite ve toplumsal sınıfı görebilen bir bakış Marx’a mahsus olduğu için, bizi ancak o doğurabilir yeniden.

• • •
marx-tan-yeniden-dogabiliriz-130598-1.

Himani’nin kitabında tartışılacak, vurgulanacak pek çok canalıcı konu var. Oysa yerimiz dar. Öyleyse bu yere yazardan ve kitaptan tamamen bağımsız olarak Türkiye için güçlü çağrışımlar taşıyan iki yapı taşını sığdırıp iki önemli rengi vurarak tamamlayalım.

“Ölü bedenler artık insana benzemiyordu: -Kül oluncaya kadar yakılmadıklarında- tuhaf ve içler acısı bir manzara halinde, doğuştan üstün ve ayrıcalıklı olma inancına dayanan politikaların yarattığı nefretin derinliğini ve insanlıktan uzaklaşmanın derecesini sergiliyordu (s. 198).”

Bu korkunç manzara, Hindu milliyetçilerinin 28 Şubat 2002 günü Müslümanlara karşı başlattıkları ve Mart sonuna kadar sürdükleri bir katliamın tasvirinden bir parça. Himani, burada ancak çarpıcı bir karesini yansıtabildiğimiz Müslüman katliamından yola çıkarak geliştirdiği analizde çok önemli iki sonuca ulaşıyor. Birinci sonuç: “başkaları öyle değilken, bazı devlet oluşumları ve bunların ideolojileri, doğaları gereği ve özlerinde, soykırıma/etnik temizliğe yatkındır” (s. 202). Çünkü devlet oluşumunda farklılıklar vardır. Liberal devlet, evet, etnik milliyetçilik sınıf, sermaye, emperyalizm ya da yeni sömürgecilikteki kökleri bakımından burjuva milliyetçiliğine dayanır. Ancak liberal devletler kurucu ideolojik bileşenleri bakımından etnik merkezcilikten uzaktır. Buna karşılık soykırım ve etnik temizlik, etnik milliyetçilik ideolojisiyle şekillendirilmiş devletin varlığına işler. İşler; çünkü bu, sınıf bakış açılı toplum mühendisliğinin aynı uzamda yaşayan insanlar arasında din de dâhil olmak üzere etnik kökenler bakımından hiyerarşiler inşa ettiği bir devlettir. Bu devlet hiç durmadan farklılıkların silinmesini, egemen toplum, kültür ve tarihe boyun eğilmesini ister.

Gelgelelim, halklar boyun eğmez. İkinci sonuç da bu direnişten çıkar. Boyun eğmeyen halklara yönelik kırımlarda kadınlar özel olarak hedef alınır. Kadınların bedenleri, özellikle de bedenlerinin üretici bölümleri soykırımsal demografik projenin ayrılmaz parçası olur. “İğrenç tecavüzler, cinsel organların ve rahimlerin yırtılması, cenini çıkarmak için rahmi kesme, ceninleri kadınların bedenleriyle yakma…” (s. 212) bunların hepsi kırılan etnisitenin yeniden üremesine karşı bir caydırıcılığa işaret eder.

Buraya sığdırabileceğimiz ikinci yapı taşı, kitabın “Namuslu Giyinme” başlıklı makalesinden sökülüp geliyor. Türkiye’deki reformlar tarihine bakılırken bazen ‘kılık-kıyafet devrimi’ diye müstehzi bir ifadeyle anılan, bazen de ‘gardırop devrimciliği’ diye şöyle bir kenara itilen tecrübenin yetersiz tahlilini yeniden ve ciddiyetle düşünmemiz gerektiğine işaret eden bir makale, diyebiliriz buna. Himani, bu makalesinde bir sosyal bilimcinin birincil kaynakları yetkince kullanışının parlak bir örneğini veriyor. Bunun yanı sıra, kıyafet dediğimiz örtünün altındaki sınıfsal ve ataerkil ilişkilerin tarihini, mantığını, amacını ender bir entelektüel beceriyle sergiliyor.

• • •

Himani’nin memleketi Batı Bengal. Anadili de Bengalce. Fakat denemelerini yazdığı dil İngilizce. Biz onu kendi memleketimizde, kendi dilimizde okuyoruz. Himani, görünüşte Türkiye hakkında hiçbir şey yazmamış. Ama Türkiye ile ilgili çok ve güçlü çağrışımlar buluyoruz metinlerinde. Himani’ye sorarsanız, bunda şaşılacak bir yan yok. Çünkü Himani’nin üzerine yazdığı memleketler ile bizim memleket “üretilende olsun, bunu üreten emekte olsun özel mülkiyete ya da çoğunluğun yaşam ve bedenlerinin küçük bir azınlık tarafından kontrol edilmesine ve sömürülmesine yol açan temel toplumsal ilişkiler bakımından” (s. 25) esasta farklı değil. Onun hünerli eli, işte bu yüzden bize uzanıyor. Ve Marx’tan yeniden doğmak için ellerimiz birleşiyor. Ne de olsa, baştaki şarkı sözünün işaret ettiği gibi “eller birleşmeyi sever” … Himani, denemelerinin Türkçe baskısına yazdığı “Giriş”te, büyük şairimiz Nâzım Hikmet’ten bahsediyor ve şiirleri Bengalceye çevrilince Nâzım’ın bir günde kendilerinden birisiymişçesine Bengalli okurlara çok yakın bir isim haline geldiği geldiğini aktarıyor. BirGün bizden birisiymişçesine bize yakın olacak Himani’nin uzanmış elini Nâzım’ın bir dizesiyle tutalım: “… devirmek dağları elbirliğiyle, / ama elimizin özbiçimini, öz sıcaklığını yitirmeden.”

* Doç. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi