Artık 2018’e geldik. Kısaca bizim sakallının 200. Doğum yıldönümü. Malumunuz 1818 yılında doğmuştu. Ondan 101 yıl sonra da öteki sakallı Amerika’da Psikanaliz üzerine seminer vermiş, seminerleri büyük başarı olarak yorumlanmış, kendini Psikanalizin dünya çapında kurucusu olmaya, yeni bir bilim olduğunu kabul ettirmeye ve pozitivizmin ruhsallık alanındaki öncüsü olmaya soyunmuştu. Kısaca 2018 yılının bundan sonraki bölümünü tek bir konuya, Marx ile Freud’u tartışmaya ayıracağız.

Bilenler bilir, 1980 öncesinde Freud okumak bir tür sapkınlık gibiydi. Toplum, psikoloji ile açıklanamaz sanılıyordu. Ruhsallık alanı delilerin alanıydı, delilere bakan psikiyatristler de bir tür kafayı yemişlerdi. Zaten kafayı yemeseler niye deli doktoru olsunlar ki deniyordu. İşte 1980 öncesinde bizim sol ve halk, ruhsallık alanında bu kadar kafayı yemiş bir toplum idi.

Sonra darbe oldu. Ne olduysa artık? Toplum büyük oranda kafayı yedi: damarlarında akan kanda devrimcilik ve solculuk akan bir toplum, bir anda Özal tarafından liberalizm nutukları yedikçe kafayı yemiş gibi oluyordu! Sonra art arda Freud çevirileri yayınlanmaya başladı, ama elbette onun öncesinde Reich çevirileri yayınlandı, Freud’a giriş gibi, Freud solcu değildi, Reich en azından sosyal meselelere el atmış birisiydi, hatta kimilerine göre komünist idi! Sonra diğer Ruhsallık alanının büyük isimleri de yavaş yavaş çevrildi. 1990’lara geldiğimizde sanat eleştirisinde hala psikanalitik terimleri kullanarak bir filmi, bir romanı ya da bir eseri çözümlemek uzmanlık gibiydi. Yeni yetişen entelektüeller bunlara ciddi ilgi gösteriyordu, ama çoğu hala bunları anlamıyordu. O yıllarda ruhsallık üzerine seminerler vermek önce çok albenili hale geldi, çünkü Türkiye’de geçmişin paradigması olan sosyalist söylem, 1990’da yeni dünya düzeni ilan edildiğinde, Sovyetler Birliğinin içeriden çözülmesi sonrasında, tam anlamıyla çözülmüş, geçersizleşmiş, albenisini yitirmiş ve kamusal olarak merkez olma niteliğini yitirmeye başlamıştı. 2000’lere geldiğimizde ruhsallık alanında konuşmak ayağa düştü, önüne gelen Freud’dan alıntı yapıyor, sanat eleştirisinden iş çıkıyor, futbol yorumcularından siyasete kadar her yerde Psikanalizin terimleri uluorta kullanılıyordu.

Bu arada kritik bir kitap Türkiye’de Yeni Dünya Düzeninin ilan edilmesi ile yaşıt olarak basıldı: Freud’dan Lacan’a Psikanaliz adını taşımaktaydı, yazarı Saffet Murat Tura idi ve sonradan bu kitabın kendisi ve yazılışı bir tartışmaya dönüşecekti. Nedense Talat Parman bu kitabın yayınlanması ile haksızlığa uğradığını düşünmekteydi. Sonradan Parman da İstanbul Psikanaliz Derneğinin kuruluşuna katıldı, analistler meselesinde öncü oldu. Bu meseleyi burada çok karıştırmak yanlısı değilim, kendileri önce defterleri açsınlar, gerisi sonra gelir.

Türkiye ilginç bir ülke, çok söylüyorum bunu, aslında daha çok tuhaf demek gerekir, herkesin Marx okuduğu, sosyalist fikirlerin ayağa düştüğü 1960-80 arasında Marx okuyan çok azdı, Marksolog çok daha azdı, Marksist aşırı nadir bulunan bir şeydi, Marksizm içinde bir akıma öncülük edecek bir isim ise yoktu. Ama her biri Sosyalist Hareketin dünya çapındaki isimlerinin belirli ardıllarına dayanan fraksiyonlar inanılmaz bir enflasyon içinde takipçiler ordusu biçiminde toplumun üstüne düşmüştü. Nâzım Hikmet’in “kitapsız alim” deyimindeki gibi bu sosyalistler de okumadan dünyadaki bütün sorunları çözmüşlerdi. Türkiye’yi yaklaşık 10 dakikada itibarsızlaştırıp ardından ise 10 dakikada Türkiye’de bir yeryüzü cenneti kurabiliyorlardı. Sonrasında ise daha korkunç şeyler oldu, kendi doğrularına göre sosyalistler öteki sosyalistleri “faşistlerden bile daha tehlikeli” olarak görebiliyor, onlara devrimci şiddet uygulanmadan Türkiye’de sosyalizmin kurulamayacağını ilan ediyor, ardından da silaha davranır hale geliyorlardı.

Türkiye’de geçmişe baktığımızda iki net bir şeyi görüyoruz:

1-Okumadan alim olanların öncü ve parti (örgüt) başkanı olduğu,

2-Bu okumayan alimlerin de dünyanın en büyük toplumsal-sorun çözücüsü olduğu, Marx’ın 11 tezinin 10’unu doğru ama şimdi yeri ve zamanı değil diyerek bir kenara atıp, 11. Tez olan “Şimdiye kadar Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, Oysaki asıl mesele Dünyayı değiştirmektir” sözünden yola çıkarak, insanı pratik belirler, sorunlar pratik olarak çözülür, sorunu çözmek için devrim yapmak gerekir, devrim de namlunun ucundadır mantığıyla birer eylem adamı olmaya yönelmişlerdi.

Psikanalizin Türkiye’de yayılması sonrasında, durum tam da buna benzer oldu, hepimiz hastayız, bu hastalığın nedenleri bizim çocukluğumuzda yaşadığımız “kötü muamelelerden” kaynaklanır, büyüdüğümüzde bunları travma olarak deneyimleriz ve bunları tedavi etmeden insan, insan olamaz. Benliğimiz yaralı, tedavi etmeden ayağa kalkamayız hale dönüştü.

Sanat eleştirisi ve sonrasında futboldan-siyasete kadar toplumu kuşatan psikanalist söylem ise “ne neyi sembolize ediyor?” diye bütün insanlığın kültürel tarihinde bir sembol avına dönüştü. Sanki ilkel-komünal toplumda yaşayan bir insan insanlığın bütün tarihinde geziniyor, her yeni gördüğü şeyin neyin sembolü olduğunu anlamak için korkunç, acımasız ve bencilce ve tabi ki biraz da avanakça bir avcı rolünü yerine getiriyor gibiydi.

Psikanalizin Türkiye’deki kültüre ve sonrasında her şeye uygulanması estetiğin ve ruhsallığın katledildiği bir vahşi safariye dönüşmüş gibi oldu.