Kıvrımlı bir körfezde, ışıl ışıl parlayan denizle birleşen yedi tepenin üzerinde kurulmuş Torquay, Agatha Christie’nin doğup büyüdüğü kasaba. Nasıl ben İstanbul’u burada bulduysam, bir İstanbul âşığı olan Agatha da Torquay’i İstanbul’da bulmuş olabilirdi. İstanbul’da duyduğu her martı çığlığı, onu buraya, doğduğu kasabaya taşımıştı belki…

Masal masal içinde

SEMİHA DURAK

Londra’da geçen on yedi yıllık hayatımda, ilk kez bu yaz Türkiye’ye gidemeyince kendimi Torquay’de buldum. İngiliz Rivierası’nda, Devonshire bölgesinde güzel bir sahil kasabası Torquay. İsminin Türkiye ile benzerliğinden çok denize kıyısı olmasıydı burayı seçmemin nedeni. Deniz kokusuydu aradığım ama nasıl bir yerle karşılaşacağımı pek de bilmiyordum. Son dakika verilmiş bir kararla, bulunduğum sınırlar içinde yapılacak, sınırları çizilmiş bir ‘Covid-19 tatiliydi’ bu.

Kıvrımlı bir körfezde, ışıl ışıl parlayan denizle birleşen yedi tepenin üzerinde kurulmuş Torquay’e geldiğimde, tam kalbimden vuruldum. Denizin kokusu ve martıların hiç susmayan çığlıklarıyla zeminin ayaklarımın altından kayıp gittiğini sandım ve bir anda kendimi İstanbul’da buldum. Bir ses, bir koku beni olmak istediğim yere taşıyıvermişti işte.

Agatha Christie’nin buralı olduğunu, bu kasabada doğup büyüdüğünü öğrenince daha da bağlandım buraya. Benim İstanbul’u burada bulduğum gibi bir İstanbul âşığı olan Agatha da Torquay’i İstanbul’da bulmuş olabilirdi. İstanbul’da duyduğu her martı çığlığı onu buraya, doğduğu kasabaya taşımıştı belki. Mesele memleket hasreti olunca her ülkede bir İstanbul ya da bir Torquay bulunabiliyordu demek ki.

Kasabanın her yerinde dolaştığına inandığım Agatha’nın hayaletinin peşine takıldım ben de. Onun koşup oynadığı, âşık olduğu, ağladığı, kahkahalar attığı, hayal kırıklıklarıyla düştüğü ve sonra yeniden kalkıp omuzları da başı da dimdik yürüdüğü sokaklara daldım. Biraz onu, biraz da İstanbul’u aradım.

Eskiden, Agatha’nın çocukluğuna denk gelen yıllarda, ‘elit’ bir nüfusa sahip olan şehre yazları gelen ziyaretçi sayısının da az olduğunu öğrendim. Gelenler de ‘mavi kanlı almanak’ olarak da bilinen Gotha Yıllığı’nda isimleri yayımlanan soylulardan oluşuyormuş. Bir de dönemin önemli yazarlarının gelip burada kaldığı oluyormuş. Charles Dickens, Arthur Conan Doyle aklımda kalanlardan. Yazarların şehrin çekici ve ilham verici manzarasından etkilenmiş olmaları şaşırtıcı değil. Darwin bile gelip Türlerin Kökeni’ni burada tamamlamış. Torquay’nin hem jeolojik hem de arkeolojik açıdan önemli bir yer olduğunu öğrendiğimde, Darwin’in burada yalnızca ilham aramadığını da anlıyorum. Britanya’daki en erken insan topluluklarının izlerini taşıyan, bir Taş Çağı yerleşmesi olan Kents Mağarası, Agatha’nın büyüdüğü evden uzak değil. Babasının bu mağaradaki arkeolojik kazılara destek sağladığını da öğrenince, Agatha’nın Kents Mağarası’nın labirentlerinde dolaşarak büyüdüğünü, arkeoloji ve dedektiflik merakının burada başladığını hayal etmek pek zor olmuyor.

Arkeoloji ve dedektiflik bağlantısı bana yıllar öncesinde, İstanbul’da bir kitap fuarında, Ahmet Ümit’le karşılaşmamı hatırlatıyor. Ona arkeoloji öğrencisi olduğumu ve bir Hitit kazısında geçen cinayet romanı Patasana’yı, katıldığım ilk kazı olan Allianoi’da okuduğumu söylemiştim. Bu detay, keyifli bir sohbete neden olmuştu. Patasana kitabını yeniden satın almayı aklımdan geçirmiş ama yanımda yeteri kadar para olmadığını hatırlamıştım. Diğer kitaplarına kıyasla fiyatı daha düşük olan bir başka kitabını seçmişti gözlerim. Masal Masal İçinde yazıyordu kapağında. Biraz çekinerek kitabı ona uzattım ve imzasını istedim. Gülümseyerek aldı, kitabın ilk sayfasını açıp bir şeyler yazdı ve bana geri uzattı. “Taşlardaki ipuçlarından tarihin sırrını çözmeye çalışan bilim dedektifine sevgi ve dostlukla” yazıyordu kitabın ilk sayfasında. Dünyanın en mutlu insanıydım o an. Hemen aynı gün, bir solukta okudum kitabı. Birbirini kovalayan ve de tamamlayan masallar, hayata dair ipuçları veriyordu. Zümrüdüanka kuşları, altın yumurtalar ve peri padişahlarının yanı sıra, gerçek dünyadan tanıdığımız karakterler, hikâyelerdi karşılaştıklarımız. On yedi yıl ülkesinden uzak düşmüş bir adamın hüzünlü, yaşamdan vazgeçme noktasında yeniden hayata başlayan bir başkasının umutlu hikâyesi vardı örneğin. Bir sırrı ararken kesişiyordu bütün hikâyeler ve bir masalın içinden geçmek gerekiyordu diğeriyle buluşmak için.

Romanlarında Agatha Christie’ye göndermeler yapan Ahmet Ümit’in ona özel bir yakınlık duyduğunu, bunun nedeninin de Agatha’nın İstanbul tutkusu olduğunu okumuştum. Agatha’nın Anahtarı adlı kitabında, ünlü yazarın hâlâ gizemini koruyan ortadan kayboluşunu ve Pera Palas Oteli’ndeki odasının zemininde bulunan anahtar hikâyesini, kendi kurgusuyla anlatmıştı. Daha önce bilmediğim şey, bu iki olayın da Ahmet Ümit’in kurgusundan biraz farklı da olsa, gerçekten yaşanmış olmasıydı. İlk kocası Archie tarafından aldatıldığını öğrenen Agatha, tıpkı Gone Girl filmindeki gibi sırra kadem basmış ve hiç kimse ondan haber alamamıştı. Polisin aramaları sonucunda, 11 günün sonunda Yorkshire’de bir otelde ortaya çıkmıştı. İsmini değiştirmiş, kocasının sevgilisinin soyadını vermişti otele. Bu arada kaza yapmış şekilde yol kenarında bulunan otomobili, onun ortadan kaybolduğu günlerde cinayet planı yaptığı ama daha sonra vazgeçtiği şeklinde yorumlanmıştı kimilerince. Kayıp olduğu dönemde neler yaptığını, bir türlü bulunmayan günlüğünde anlattığı düşünülmüştü uzun yıllar. Hatta bunun için bir medyum bile devreye girmiş, anahtarın Pera Palas’ta kaldığı odanın zemininde olduğunu söylemişti. Gerçekten de zeminin altından bir anahtar çıkmıştı. Fakat sözü edilen ya da belki de sadece hayal edilen günlük hiç bulunamamış, anahtarın gizemi de çözülememişti.

Agatha’nın Pera Palas’a olan düşkünlüğünün nedenini Torquay’deki Grand Otel’i gördüğümde anladım. Beyaza boyalı dış cephesi ve deniz manzarası ile Pera Palas’ı andırıyordu. Agatha’nın hayaletini takip ederek Grand Otel’e geldim ve terastaki deniz manzaralı masamda Agatha’nın yaptığı gibi martı çığlıkları eşliğinde çayımı yudumladım. Otelin düzenli konuklarından olan Agatha’nın tıpkı Pera Palas’taki gibi fotoğrafının ve daktilosunun yer aldığı, onun adını taşıyan bir odanın burada da olduğunu öğrendim.

İnsanların yazarlarla kurduğu bağ enteresan oluyor. Sırf Agatha Christie için bu otele gelen, burayı tercih eden ne çok kişi oluyordur diye düşünüp otel hakkında bir şeyler okurken gözüme bir haber çarptı. 1997’de otele gelen ve kendisini Mr. Patel olarak tanıtan adam, bir geceliğine tuttuğu odanın parasını nakit olarak ödemiş, sonra da oda servisini çağırıp kendisine kuzu rosto ve bir şişe şarap söylemişti. Ertesi gün odaya giren otel görevlisi Mr Patel’in çıplak cesediyle karşılaşmıştı. Giysileri katlanıp sandalyeye konulmuş, masanın üzerine yediği yemeğin parası nakit olarak bırakılmıştı. Mr. Patel tarafından yazıldığı düşünülen bir de mektup vardı masada. “Burada yaptığım şey için özür dilerim ama bu görevi gerçekleştirmem gereken yer burasıydı” diye yazıyor, bir de aşçıya “tanrılara yaraşan son yemek” için teşekkür ediyordu. Otele verdiği ikamet adresi doğru değildi, gerçek kimliği bilinmiyordu. Grand Otel’den önce üç gün Torquay’de başka bir otelde kaldığı ortaya çıkmıştı. Ölümünün görünen nedeninin kola içine karıştırılmış siyanür olduğu anlaşılmıştı. Akla hemen romanlarında siyanürü sıklıkla kullanan Agatha Christie geliyordu. Mr Patel’in ölmek için bu oteli seçmesinin nedeni Agatha Christie’miydi?

Otopsiyi yapan adli tıp uzmanı, Sri Lankalı bir doktordu ve Mr. Patel’in vücudunda bulunan işaretlerden onun bir Tamil Kaplanı olduğunu hemen anlamıştı. Tamil Kaplanlarının boyunlarında her zaman taşıdıkları kolye içinde siyanür bulundurduklarını ve yakalanacaklarını anladıklarında siyanür içerek intihar ettiklerini de eklemişti raporuna.

Aradan geçen bunca zamana karşın Mr Patel ya da bunu neden yaptığı hakkında başka hiçbir şey bulunamamıştı. Sri Lanka’da yaşananları ve Tamil Kaplanlarını bilmek bir parça fikir veriyor, onu biraz anlamamızı sağlıyordu belki ama yine de bilmiyorduk Mr Patel’in ‘gerçek’ hikâyesini.

Onbir gün değil, bir ömürdü sır gibi kaybolan. Dönemeyeceği, bir gün gitse bile artık var olmayan ülkesini, çocukluğunu, bir nostaljiyi gelip burada aramıştı belki. Bulamayacağını anladığında da, cevabı Agatha’nın romanlarında saklı olan bir soru, mesaj, bir bulmaca bırakmıştı görev bildiği ölümüyle bütün dünyaya. Kendince bir şölenle giderken buralardan.

Mr. Patel’in hikâyesinden mi yoksa aniden esmeye başlayan rüzgârdan mı bilmem, birden üşüdüğümü hissettim. Otelden çıkıp karşıya, sahile doğru yürüdüm. Martılar yine çığlık çığlığa, deniz üzerinde pike yaparak uçuşuyordu. Yine heyecanla bir şeyler anlatıyorlardı. Belki de her şeyin cevabını yalnızca onlar biliyordu. Bütün zaman katmanlarının ve bütün mekanların içiçe olduğu fikri hiç bu kadar gerçek görünmemişti daha önce. Masal masal içinde gizliydi gerçekten de. Bir sırrı ararken kesişiyordu bütün hikâyeler ve bir masalın içinden geçmek gerekiyordu, buluşmak için bir diğeriyle…