Masallar yerine gerçek politika
Kemalizmle hesaplaşmak ve dış politikada Ortadoğu’nun lideri olmak için çıkılan yolda, aklın rehberliğinde, öngörüye dayalı ve gerçekçi dış politika terk edilerek, kendi hikâyemizi yazmak adına topluma masal anlatıldı.
Doç. Dr. Behlül ÖZKAN
Son yarım asrını savaşlarla geçirmiş Afganistan’da bir kez daha iktidar devrildi. Ülkede yıllardır asker bulunduran Batılı güçler, tarihte çok defa görüldüğü üzere Afganistan’daki mevcudiyetlerinin sürdürülemez olduğunu anlayarak terk etmeye karar verdi. Ve yine daha önce sıkça yaşandığı gibi Kabil’de dış güçlere dayanarak iktidarda olan bir rejim, kâğıttan kaplan olduğunun bilinciyle birkaç gün içinde yıkılıp gitti. Taliban 20 yıl önce bıraktığı Kabil’e döndü.
Ancak Afganistan tıpkı geçmiş yarım asırda olduğu gibi, önünde kendini nasıl bir yıkımın beklediğini bilemediği yeni bir belirsizlik döneminin kapısını aralıyor.
Haftalar öncesinden binlerce Afganistanlı belki de zor hayat şartlarının onlara verdiği tecrübeyle, yaklaşan felaketin boyutunu öngörerek ülkeden kaçmaya başladı. İran’dan geçerek sınırdan Anadolu’ya giren Afganistanlı akını haftalardır sürüyor. Kabil Havaalanı’ndan kalkan uçaklara asılarak kaçıp kurtulmayı deneyen ve gökten düşen insanların, neden buna kalkıştığını anlamak için çaresizlik kelimesi bile kifayetsiz kalıyor.
Taliban dışında fırsatını bulabilen herkesin Afganistan’dan çıkmaya çalıştığı bu günlerde, Türkiye Kabil’e girmeyi ve orada uzun süreli asker bulundurmayı tartışıyor. Bu konu Erdoğan ile ABD Başkanı Biden görüşmesinde de gündeme gelmişti. Basına yansıyan haberlere göre ABD kendisi dâhil tüm Batılı ülkelerin tası tarağı toplayarak kaçtığı Afganistan’da, Türk askerinin “muharip güç” olarak kalmasını önerdi. Hem ABD, hem Taliban hem de devrilen hükümetle yaptığı görüşme ve pazarlıklar sonucu Ankara’dan Kabil Havaalanı’nın güvenliğini ve yönetimini üstlenmeye hazır olduğuna dair net açıklamalar geldi.
ANADOLU’YU SAVUNMAK
MHP lideri Devlet Bahçeli’ye göre “Afganistan’dan dönmek demek Anadolu coğrafyasını tehlikeye atmak demekti.” İktidarın ortağı Bahçeli “askeri unsurlarımızın Afganistan’dan terki düşünülemeyecektir” diyerek tavrını net olarak ortaya koydu. Bu argümanın benzerleri Türkiye’nin Ortadoğu coğrafyasında giderek artan askeri varlığına yönelik olarak iktidar tarafından yıllardır yineleniyor. Ankara 1990’lardan bu yana Kuzey Irak’taki PKK varlığını terörle mücadele kapsamında değerlendirerek orada asker bulunduruyor ve operasyonlar yapıyor. 2016’dan itibaren bu politika hem coğrafi hem de askeri anlamda ölçek büyültülerek Suriye’nin kuzeyinde de uygulandı. Son dönemde Irak ve Suriye’ye bir de Libya da eklendi. Libya’ya yönelik asker gönderme kararı, bu ülkenin geçmişte Osmanlı sınırları içinde yer alması ve dolayısıyla ortak tarih üzerinden savunuldu. Şimdi bu ülkelere Afganistan’ın da eklendiği anlaşılıyor.
Ancak bu noktada Cumhur İttifakı’nın iki ortağından gelen açıklamalarda vurgulanan noktalardaki farklılıklar dikkat çekici. Erdoğan, Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla “ters bir yanı olmadığı için de onlarla bu konuları daha iyi görüşeceğimize, anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum” dedi. Bahçeli ise Hazara, Tacik, Özbek, Türkmenlerin Afganistan içindeki varlığına dikkat çekerek “8 milyona ulaşan Türk varlığı Türkiye’ye inkâr edemeyeceği sorumluluklar yüklemektedir” diyordu.
TALİBAN’IN DÖNÜŞÜ
Bahçeli’nin “Türk” olarak tanımladığı kesimlerle, nüfusun yüzde 40’ını oluşturan Paştunlara dayanan Taliban arasındaki tarihsel rekabet, dün olduğu gibi bugün de ve yarın da Afganistan içindeki güç mücadelesinde etkili olacak. Kızılordu’nun çekilmesi ve 1992’de Kabil’in mücahitler tarafından ele geçirmesi sonrası başlayan iç savaşı 1996’da Taliban kazandı. Taliban’ı iktidar mücadelesinde diğer silahlı gruplardan ayıran üç unsur vardı:
1. Şeriatı Vahabilikten esinlendiği İslam devleti yorumuyla çok sert ve katı şekilde uygulayarak yıllardır süren anarşik duruma son verip düzen kurabilmesi,
2. Aşiret liderleri ile savaş ağalarının ön planda olduğu silahlı gruplara kıyasla, Taliban’ın iç dayanışmasının daha yüksek olması,
3. Din ve şeriatı ideolojik örtü olarak kullanarak bunun altında Paştun milliyetçiliğini desteklemesi.
11 Eylül saldırıları sonrası Afganistan’ı El-Kaide’nin üssü olarak gören ABD, Paştun olmayan kesimlerin ağırlıkta olduğu Kuzey İttifakı’nı destekleyerek Taliban’ı devirdi. Ardından kurulan Amerikan destekli yeni rejimde kendi de Paştun olan Hamid Karzai devlet başkanı oldu ancak bu Paştunların desteğini almaya yetmedi. Hukukun değil silahın tek belirleyici olduğu Afganistan’da Savunma Bakanlığı ve ordu içindeki subaylara Tacikler başta olmak üzere Paştun olmayan gruplar ağırlıklarını koydular. Nüfusun yüzde 25’ine tekabül eden Tacikler ordu içinde askerlerin yüzde 37’sini subayların yüzde 56’sını oluşturuyordu. Bu da birkaç yıl içinde Taliban’ın tekrar ayağa kalkarak uzun silahlı mücadeleden sonra iktidarı ele geçirmesinin önünü açan nedenlerin başında geldi.
MİLİTERLEŞEN POLİTİKA
2011’de Suriye’de iktidara yönelik muhalif gruplar Türkiye, ABD, Suudi Arabistan ve Katar’ın desteğiyle silahlandırılıp, iç savaş çanları çalmaya başladığında bu dış politikaya Saadet Partisi’nden CHP ve sosyalist partilere kadar geniş bir siyasi kesimden ciddi itiraz geldi. O gün Türkiye’nin aktif ve dinamik dış politika izleme adı altında ABD ve Körfez ülkeleri desteğiyle Suriye’ye müdahil olmasını savunanlar Esad’ın haftalar içinde devrileceğini düşünerek hareket ettiler. Dahası Suriye’deki ateşin Türkiye’ye sıçrayacağına dair en ufak bir öngörü ve risk değerlendirmesi yapılmadı. Sonuç tam bir hezimet oldu: 100 bin kırmızı çizgimiz denildi, bugün 3,5-4 milyon arasında mülteci Türkiye’de bulunuyor. Altındağ’da yaşanan üzücü olayların gösterdiği gibi toplum sosyal gerilim içinde. Türkiye tarihinin en büyük terör saldırıları Suriye kaynaklı radikal örgütler tarafından yapıldı, yüzlerce vatandaş öldü. Sınırlarımızın karşısında dört bir yandan gelen cihatçılardan oluşan radikal örgütler ve PKK’nin Suriye kolu PYD’nin kontrolünde bölgeler ortaya çıktı. Suriye’ye yönelik kelimenin en hafif anlamıyla “maceracı” olarak tanımlanabilecek her türlü gerçeklikten uzak politikayı uygulamak için 2011’de düğmeye basan iktidar, o gün tüm bu olumsuzlukların yaşanabileceğine dair hiçbir öngörüde bulunmadığı için bu sorunların nasıl karşılanabileceğine dair de hiçbir plan yapmadı. Daha önce İran ve Rusya’ya karşı ABD ve Suudi Arabistan’la, sonra ABD’ye karşı Rusya ile hareket edildi. Tüm bu zikzaklar içinde dış politikada alınan her yeni karar bir öncekinin tam tersi olsa da, her yeni konumlanış en ahlaklı ve etik duruş, milli ve yerli olmanın gereği olarak savunuldu. Sonuçta Suriye politikasının faturasını ödüyoruz ve önümüzdeki yıllarda da ödemeye devam edeceğiz.
KEMALİZMLE HESAPLAŞMA
İlhan Uzgel 2012 yılında kaleme aldığı bir yazıda, AKP’nin Komşularla Sıfır Sorun Politikasının Kemalizmle bir hesaplaşma olduğunu ve bunun o dönem itibariyle başarısız olduğunu vurgulamıştı. Uzgel’e İslamcı cenah içinden verilen bir cevap yazısına göre, AKP’nin Kemalizmle hesaplaşmasının hedefi hem orduyu hem de Kemalist dünya görüşünü tasfiye etmekti. AKP Kemalizmi otoriter, baskıcı, halkın çıkarına olmayan, militarist ve diktatör bir rejim olarak gösterip kendisini bunun karşısında demokrat olarak konumluyordu. O günden bugüne dış politikanın giderek militerleştiğini, başta ABD olmak üzere büyük güçlerle yapılan pazarlıklarda toplumun değil iktidarın çıkarının ön planda tutulduğunu, basın ve akademik özgürlükler başta olmak üzere demokrasinin sürekli geri gittiğini gözlemledik. Kemalizmle hesaplaşmak için dış politikada Ortadoğu’nun lideri olmak için çıkılan yolda; aklın rehberliğinde, öngörüye dayalı ve gerçekçi dış politika terk edilerek, kendi hikâyemizi yazmak adına topluma masallar anlatıldı.
Suriye macerasından 10 yıl sonra bugün Türkiye, Afganistan’da yeni bir hikâye yazmaya hazırlanıyor. Tıpkı 2011’de olduğu gibi AKP yine krizi fırsata çevirme çabasında. Ve yine belirsizliklerle dolu bir ülkeye askeri birliklerle müdahil olmanın getirebileceği olumsuzluklara dair hiçbir öngörü paylaşılmıyor. Mülteci akınından ekonomik sorunlara, artan askeri operasyonların getirdiği yüke kadar giderek milli güvenlik meselesi haline dönüşen dış politikada artık masala değil gerçekçiliğe ihtiyaç var.