Herkesin yüzünde gülücükler açtıran bir filmde kusur bulmanın risklerinin farkındayım. İşçi sınıfı mücadelesiyle eşcinsel kimlik mücadelesinin el ele, kol kola hareket etmesini görmek güzel. Filmi sevenler bana kızacaklar, keyiflerine limon sıktığımı düşünecekler. Öyle düşünmemelerini dilemekten başka yapabileceğim bir şey yok.

Film 30 yıl öncesinden söz ediyor, 1985’ten. O yıllarda Thatcher ve Reagan öncülüğünde sağ şaha kalkmıştı ve vahşi kapitalizmin modern versiyonu neo-liberalizm işçi sınıfına ve sola öldürücü darbeyi vurmaya çalışıyordu. Vurdu da. 1989’da sosyalizm çökertildi, dünya tek kutuplu hale geldi. Thatcher ve Reagan’ın Türkiye şubesi ise ANAP ve lideri Turgut Özal’dı. Özal, neo-liberal programı daha Demirel’in iktidarı sürerken, 24 Ocak 1980’de hayata geçirmeye başlamıştı. Ama programın çalışması için sıkıyönetim destekli sivil rejimden daha fazlası gerekiyordu. 12 Eylül darbesi bunun için yapıldı. Özal başbakan yardımcısı oldu. Sendikalar kapatıldı, işçi sınıfının hakları budandı, solcular öldürüldü, hapse atıldı, işkence gördü. Siyasi görüşler üzerinden yaşanan ayrılıkların yerini, etnik, dinsel ve cinsel kimlik üzerinden yaşanan ayrılıklar aldı. Kimlik politikaları, sağ-sol eksenindeki siyasetin yerine geçti. O sıralarda dincilik de palazlandı, soldan geriye kalan ideolojik boşluğu diğer kimlikçi politikalarla birlikte doldurdu. (Biraz kestirme bir anlatım oldu ama…)

“Onur”, o yıllarda Büyük Britanya’da, işçi sınıfının öncü kesimi olan madencilerin bastırıldığı dönemi konu ediniyor. Madenci işçilerin grevine destek veren bir grup gey-lezbiyen aktivistin çabalarını anlatıyor.

“Onur”, iki politik çizginin kimlik ve sağ-sol eksenli siyasetin kesiştiği tarihsel bir anı anlatarak, bu ayrımın illa da olmak zorunda olmadığına işaret ediyor ve buraya kadar iyi bir şey yapıyor. Ama filmin ciddi ideolojik sorunları var. En baştaki şu: Film kolektif bir mücadeleyi anlatırken kolektivist değil bireyselci bir tavır izliyor. İlhamını sanki gaipten alan bir kahramanımız var: Mark. Bize kahramanımızı apolitik, uçkuruna düşkün biri olarak kodlatan bir one-night stand’in (tek gecelik ilişki) ardından, televizyonda gördüğü birkaç saniyelik madenci grevi görüntüleri Mark’ı bir anda eline kova alıp madencilere yardım parası toplamak için sokağa çıkartıyor. Ait olduğu gey-lezbiyen grubu da Mark’ın peşinden gidiyor hemen. Kimse uzun uzadıya biz ne yapıyoruz diye sorgulamıyor, Mark’ın karizması her şeye yetiyor da artıyor. Film boyunca Mark’a birkaç kez daha ilham geliyor, her seferinde arkadaşları peşinden gidiyor. Kolektif bir tartışmadan eser görmüyoruz gey-lezbiyen grubun hayatında. Kimsenin ağzından kapitalizm, sosyalizm, neo-liberalizm veya onları bırakalım işçi sınıfı kavramları çıkmıyor. Sanki madenci denilen bir alt kimlik grubu var ve onlar eşcinseller gibi polis şiddetine maruz kalıyorlar, olay bundan ibaret. Polis şiddeti mi dedim? Televizyondan görülen birkaç çatışma görüntüsünün dışında filmin hiçbir karakterinin kafasına bir cop inmiyor. Kimsenin burnu kanamıyor, polis kimsenin boğazını sıkmıyor. Sadece filmin yan karakterlerinden birinin (Gethin) bir gece yarısı saldırıya uğradığını öğreniyoruz (çünkü saldırı anı filmde yok) ama o saldırıyı da kimin ne için gerçekleştirdiğini öğrenemiyoruz. Sihirli değnek değmişçesine bir anda dönüşüm geçiren karakterler ve tam zamanında şarkıya başlayıp mükemmel bir koroyu tetikleyerek gözyaşlarımızı harekete geçiren tipler de cabası. Ninemizin de seveceği, bir televizyon filmi “Onur”. Hiçbir soru uyandırmıyor. Filmin sonundaki onur yürüyüşü, madencilerin sürpriz katılımı olmasa belli ki apolitik bir şenlik olarak kalacakmış ama bu da sorgulanmadan geçiştiriliyor. Lezbiyen ve gey cemaati bu deneyimden bir sonuç çıkarmışa benzemiyor. Neyse ki birkaç işçi dans öğrenerek çıkmış bu süreçten, teselli ikramiyesi olarak. Küçümsemiyorum, bu da önemli bir şey. Ama filmin bununla yetinmesi, o günlerde maden işçilerinin yenilgisinin günümüzde ne anlama geldiğini hiç sorgulamaması ve her şeyi bir nevi tatlı sona bağlaması kabul edilebilir gibi değil. Masal mı anlatıyorsunuz beyler (ve de bayanlar)? İşte böyle günler de yaşandı ve erdik muradımıza mı diyorsunuz? BBC ve Pathé ortak yapımından çok şey mi bekliyoruz yoksa?

***

Bu kış komünizm gelir mi Kutluğ?

Kutluğ Ataman Milliyet’e demeç vermiş. Başlığı şöyle: "Doğru Bildiğimi Söylediğimde Kimse Karışamaz" (http://www.milliyet.com.tr/-dogru-bildigimi-soyledigimde-/pazar/haberdetay/21.06.2015/2076782/default.htm). Bizim de söyleyebileceği doğrulara karışmak gibi bir niyetimiz yok ama Ataman yanlış biliyor, yanlış söylüyor. Hemen hemen her zaman.
Tipik Türk sağcı politikacılar gibi insanları “komünizm öcüsü”yle terbiye etmek istiyor. Bu kış komünizm gelir mi dersin Ataman? Neyse ki TOMA’lı polisi var Ataman’ın; korkmasına gerek yok. "İstanbul’un en büyük meydanı üzerinde Stalin posterlerini TOMA’dan daha korkutucu buluyorum" diye buyurmuş Ataman bey.

Stalin de nerden çıktı şimdi? Öleli 62 yıl olmadı mı Stalin’in? Ölür ölmez de SSCB’de hızla gözden düşmeye başlamadı mı? Gorbaçof döneminde bu süreç tamamlandı. Artık sosyalizm ya da isterseniz komünizm yok kapitalizm var. Yıl da 2015, 1950’lerde yaşamıyoruz.

Stalin ve Stalinizm, bir döneme aitti. O dönemde Hitler vardı, Mussolini vardı, General Franco vardı, Mareşal Pétain vardı, senatör McCarthy vardı. Var oğlu vardı kısacası. Faşizm ve emperyalizmin özellikle saldırdığı bir SSCB vardı. Bu dönemden tek öcü olarak Stalin’i bulmak için özel bir bakış ve bu bakışın da anakronik olması da gerek. Ben, o dünyanın tümünde katiyen yaşamak istemem: Almanya’da, ABD’de, Fransa’da, İspanya’da, Büyük Britanya’da, İtalya’da yaşamak istemem, sadece Stalin’in SSCB’sinde değil… Ama bugünün Rusya’sı o dönemi de aratıyor. 2012 yılında Hrant Dink Vakfı’ndan ödülünü alırken Uluslararası “Memorial” Hareketi’nin başkanı Alexander Cherkasov’un yaptığı konuşmada çok çarpıcı bir bölüm vardı: “Eskiden SSCB’de muhalifler tutuklanıyorlardı. Bugün Rusya’da muhalifler şiddet içermeyen eylemlerinden dolayı sistematik bir biçimde öldürülüyorlar.” (bkz.https://www.youtube.com/watch?v=UclgueXZiU8&list=PLbqvjoscZiLgK24vNK57PGWSkGSakXv8-&index=8; 13. Dakika civarı)

Pussy Riot üyeleri şanslılardandı mesela, hapse atıldılar sadece. Çok göz önünde olmasalardı muhtemelen yaşamıyor olacaklardı. Eşcinsellerin hali ise Rusya’da tam bir felaket. Muhalif olmamak da devletin gazabından kurtaramıyor insanları. Etnik (Çeçen olmak gibi) ve cinsel kimlikler de ölümcül sonuçlar doğurabiliyor. Komünist Stalin 1940’larda, 1950’lerdeydi. Kapitalizmin Putin’i, 2010’larda hüküm sürüyor. Hala öcü komünizmden söz etmek nasıl bir akıl? Söyleyelim, göbeğinden sermayeye bağlı bir akıl. Bu konuda Çağdaş Günerbüyük’ün Evrensel Kültür’de çıkan yazısı "Sahibin Kuzu’su: Kutluğ Ataman" yazısına bakınız (http://www.evrenselkultur.com/2015/06/sahibinin-kuzusu-kutlug-ataman/). Ataman’ın bir zamanlar Dev-Sol’cu olması aslında enteresan değil; zatı şahaneleri 12 Eylül sonrasının “eski solcu” kategorisine cuk oturuyor.

Peki İstanbul’un en büyük meydanı üzerindeki Stalin posterleri nedir? Taksim’de elbette Stalin posteri taşıyanlar olmuştur ama “meydanın üzerindeki poster” söylemi Gezi sırasında AKM’ye asılan pankartları akla getiriyor. Zaten Milliyet’teki söyleşinin bağlamında Gezi direnişi de var. AKM’ye Stalin posteri asıldı mı? Ben görmedim. Çekilen fotoğraflarda da yok. Deniz Gezmiş’i Stalin diye görmüş olabilir mi Ataman? Devlet şiddetinin mağduru, gencecik yaşında asılmış olan Gezmiş’i? Ondan mı korkmuş acaba? Korkma Ataman, sevgili polisin Gezmiş’i tutukladı ve sevgili devletin de astı. Tabii hayaletlerden korkuyorsan, o başka. Ne demişti Marx: "Avrupa’nın üstünde bir hayalet dolaşıyor."

NOT: Bahsedilen videonun linkine yazının internet versiyonundan ulaşabilirsiniz.

***

Dipnot 1: Yazıyı yazdıktan sonra wsws.org’da gerçek Mark’ın (Ashton) Büyük Britanya Komünist Partisi’nin gençlik kolu üyesi olduğunu ama Amerikalı seyircileri filmden soğutmamak için bu gerçeğin filmden çıkarıldığını öğrendim. Yani kendisi gaipten ilham almıyor, televizyonda gördüğü 5-10 saniyelik görüntülere ani tepkiler vererek hareket etmiyormuş. Bir ideolojisi varmış. Filmden iyice soğudum bunu öğrenince.

Dipnot 2: Yine yazıyı yazdıktan sonra Altyazı dergisinin Haziran sayısında filmin karakterlerinden Gethin’le yapılan röportajı okudum. Gethin bir yandan filmin promosyonunu yaparken bir yandan da gerçeğin nasıl çarpıtıldığını, nasıl cilalandığını ve depolitize edildiğini anlatıyor. Sadece Mark değil, o dönem geylerin çoğu politizeler. Gallerdeki madenci kasabaları, derin ABD’nin tuhaf kasabaları gibi filan değiller, dünyayla sıkı bağlar içindeler. Ve BBC o yıllarda da yalanlar söylemiş. Bir polis saldırısını ve onlara direnen madencileri filmi tersten oynatarak, madencilerin polise saldırısı olarak göstermiş. Devlet tv kanallarının yalanlarına o günlerde de inanmıyordum, şimdi de. Siz de inanmayın. Bu filmdeki yalanların hiçbiri masum değil. Ama siz yine de filmden güzel duygularla ayrılmış olabilirsiniz. O sizin güzelliğinizden.