Hüsranı ve coşkuyu bana ilk yaşatan futbol takımı Galatasaray’dı.

Hüsranı ve coşkuyu bana ilk yaşatan futbol takımı Galatasaray’dı. O yüzden gönlümüzü sarı-kırmızıya verdik elbet. Ama İngilizlerin 15 yıl sonra, 2003-04 sezonunu namağlup şampiyon kapayan Arsenal’e verdiği “invincibles”,yani “ yenilmezler” unvanını, 80’lerin sonu, 90’ların başında bana ilk hissettiren Beşiktaş’tı. Gordon Milne’in Beşiktaş’ı, hakikaten yenilmez bir takım gibiydi, en azından Beşiktaşlı olmayanları, asla bileğinin bükülemeyeceğine inandırmıştı. O dönemde futbol maçlarını izleyen rakip takım taraftarlarının Recep-Kadir-Gökhan-Ulvi’den oluşan Beşiktaş defansını ezbere saymasını, gol deyince aklına Metin-Ali-Feyyaz üçlüsünün gelmesini de başka türlü açıklamak mümkün değil. Bu sadece gerçeklerden uzak, hisle açıklanacak ruhani bir konu değildi, düpedüz sayısal verilerle de ispatlanabiliyordu. Siyah- beyazlılar, şampiyon oldukları 1990-91 sezonunun 25. haftasında, Gençlerbirliği deplasmanında son kez 2-0 mağlup olduktan sonra izleyen sezonu namağlup şampiyon tamamlamış (üst üste 3. şampiyonluk), 1992-93 sezonunun 14. haftasında Galatasaray’a 3-1 mağlup olana kadar, 20 ay boyunca toplam 48 lig maçında mağlubiyet yüzü görmemişti. Halen ülke futbol tarihinin tek namağlup şampiyonu unvanını elinde bulunduruyor o takım.

Son 20 yılda Beşiktaş’ın 2 sansasyonel şampiyonluğu var. Birisi kulübün 100. yılında kazanılırken, diğeri kulüp tarihinde 20 yıl sonra gelen bir duble. İlginç olan bu 2 şampiyonluğun arasında 6 sene var olması. Zira Mustafa Denizli ile gelen dublenin üzerinden yine 6 yıl geçti ve Beşiktaş camiası tekrar şampiyonluk kelimesini ciddi olarak sarf ediyor.

Beşiktaş, hem spor-siyaset kesişmesinde tribünlerinin oynadığı rol, hem de ülke kamuoyunun her daim layık gördüğü “underdog”, eski basın tabiriyle “plase” karakteri sebebiyle sempati toplayan bir kulüptü. Hatta duyulan sempati, İstanbul ailesinin 2 şımarık çocuğunun aynı oyuncak için kavga ederlerken, onların sessiz sedasız aradan sıyrılmasından kaynaklanıyor zaman zaman. Bu sezon da aynı fikirler türedi yine. İyi, Kötü, Çirkin filmindeki “çirkin” rolünde hep Beşiktaş. Ne saf iyi, ne saf kötü, hep cana yakın hep sempatik. İşler iyi giderken, bu taraflarından bahsediliyor, kötü giderken ise zaten ciddiye alınacak bir takım olmadıklarından.

Mevsim yine Beşiktaş mevsimi. Demba Ba’nın gol sonrası secdeleri, Olcay Şahan’a “topuğuylan” attığı pasları, Olcay Şahan’ın müthiş sağ ve sollarıyla attığı goller ve başlarında ağzından çıkan her lafı hissederek, içten pazarlık yapmayarak söyleyen bir teknik adam, Slaven Bilic. Beşiktaş’ın kendi egosuyla mücadele eden futbolcuları da yok. Halı sahaya eksik oyuncu olduğunda ne zaman arasanız imdada yetişen adam samimiliğindeler. Tabii Gökhan Töre’nin son haftalarda Türkiye’ye yaşattığı olaylar sebebiyle bir kenara ayrılması gerekiyor, ama bu başka bir yazının konusu.

Bana göre, Beşiktaş’ın bu çizgisini sürdürürken kaçınması gereken, kulüp kültürüne yakışmayan, ancak hem medyanın gazladığı hem de zaman zaman taraftarların gönlünü okşayan yapay bir imajı var. Yukarıda bahsettiğimiz Olcay Şahan, Demba Ba gibi oyuncuların karakterleri kullanılarak yaratılan ve zorla üzerine yapıştırılmaya çalışılan arabesk hava. Bunu en son Samet Aybaba döneminde “menemen geceleri” ile görmüştük. Basının çok sevdiği bu yer sofrası kültürü, o kadar fazla kullanılmıştı ki sonunda Aybaba’nın kendisi bile, maç sonraları menemen partileri yapmakla övünüyordu. Halbuki siyah-beyazlıların buna ihtiyacı olmadığı gibi, zaten böyle bir havası da yok. Futbol eğitimini Batı Avrupa’da almış ve görev bilinciyle dolu birçok ilk 11 oyuncusu ile onları kenardan yürüten, avukatlık diplomasına sahip, elektro gitarist bir rocker. Yanlış anlaşılmasın yer sofrasını da çok severiz icap ederse, ama Beşiktaş’ın bu seneki oyun karakteri, sahada sağlam duran, ciddi oyuncular ve kenardaki ilkeli, övgü toplayan hocasından kaynaklanıyor, yoksa Kemalettin Tuğcu romanlarından fırlamış tiplerden değil.