Tehlikenin farkındayız, işimiz zor; bir fırsat yakaladıklarını düşünen egemenler, istisnayı sürekli hale getirmek için yoğun çaba içindeler, biliyoruz. Ama biz yüzümüze taktığımız maskeyi en kısa zamanda çıkarıp atacağız, kapatıldığımız evlerde geleceği yeniden kurmak için çabalıyor, maskeler yüzümüze yapışıp kalmasın diye uğraşıyor, egemenlerin yüzündeki sinsi maskeyi çıkarıp atmak, onların gerçek yüzünü göstermek için sabırsızlanıyoruz.

Maske geçicidir asıl olan özgürlük

Kapatıldığımız, kendimizi kapattığımız salgın günlerinde aklımız gidip geliyor. Bir yandan dört duvar arasında kendimize özgürlük alanı yaratmaya çalışırken öte yandan bunun bir yanılsama olduğu “kanısı” ya da “gerçeği” ile boğuşuyoruz. Belki de alışageldiğimiz kendimizi abartma huyundan vazgeçmek, evrendeki, dünyadaki yerimizi küçümsemeyi öğrenmemiz gerekecek. Marcus Aurelius’un dediği gibi; “Bu koca evrende, Asya ve Avrupa küçük birer köşe, her okyanus bir su damlası, Athos Dağı bir avuç toprak; zamanın her anı sonsuzlukta bir nokta. Her şey küçük, değişken, bir şimşek çakışında yitip gidiyor.” Devamı belki biraz daha çarpıcıdır; “Kaç kişinin senin adını bile bilmediğini, bilenlerin kaçının çok geçmeden unutacağını, belki de seni şu anda övmekte olan kaç kişinin seni yereceğini düşün; ne anıların, ne ünün ne de başka herhangi bir şeyin adını anmaya değeceğini düşün.” (Aktaran Carlo Ginzburg. Tahta Gözler. sf.21. Metis Yayınları)

Bu sözler can sıkabilir ama gerçeğin bize bakan yüzünün resmi ya da aynadaki sırlarla dolu yansıması böyledir. Yine de insanoğlunun her koşulda yaşamayı başardığını ya da başına geleceklere katlanmaya koşullu olduğunu da biliyoruz. Nihayet ölüm gerçeğinin yaşadığımız sürece başımıza gelenlere boyun eğmeme konusunda bizi güçlendirdiğini de kabul edebiliriz. Büyük Tolstoy’un kızlarından Alexandra Lvowna’nın canı fena halde sıkılmış bir gün; “Marcus Avrelius oku geçer” demiş yaşlı hizmetçisi. “Kim bu Marcus Avrelius, neden okuyayım ki onu?” “Kont bana bir kitabını verdi onun, orada hepimizin öleceği yazıyor, ne zaman canım sıkılsa haydi çocuklar derim, biraz Marcus Avrelius okuyun bana.”

Piyasayla olmuyor işte

Kuşkusuz insanlık bu türden salgınlarla ilk kez karşılaşmıyor ama o eski salgınları yaşayan dünya ile bugünkü dünya aynı değil; sınırlı olanakların, seçme hakkı tanımayan olasılıkların, ölümle iç içe tehlikelerin dünyası, olanakların, olasılıkların arttığı, tehlikenin, tehditlerin çarpan etkisiyle büyüdüğü bir dünyaya dönüştü. Olanaklar, olasılıklar, tehditler aynı zamanda umutların da artması, olmadık yerde yeşermesi değil midir? Öyle olduğunu umuyoruz. Ama başka bir evreye girdiğimizi, işlerin gittikçe içinden çıkılmaz hale geldiğini söyleyenler de var.

Günümüzün popüler düşünürlerinden Slavoj Zizek onlardan biri. Geçtiğimiz günlerde Berliner Zeitung’da yayımlanan söyleşide şöyle diyor Zizek: “İnsanlar çaresizler. Bir çağın sonuna geldiğimizi idrak ediyorlar. Üçüncü dalga bir ruhsal bozukluklar dalgası olacak. Müthiş bir artış yaşanacak bu alanda. Çocukların ve ergenlerin psikolojik hallerinde bunu şimdiden gözlemleyebiliyoruz. Sosyal olarak izole edildiler ve depresifler. Kimse onlara net bir resim çizemiyor. Tamam, aşı geliyor. Fakat sosyolog Bruno Latour’un sözlerini hatırlamakta fayda var: Bu salgın, sonrasında gelecek olan asıl krizin, yani diğer virüslerin, küresel felaketlerin ve tabii hepsinden önce küresel ısınmanın bir numunesinden ibaret.” Zizek umutsuz görünüyor, ama insan umutsuz yaşayamaz, ne kadar çaresiz görünürse görünsün çözüm yolları aramaktan vazgeçmez: “Devlet çok daha aktif bir rol oynamalı ve maske, test kiti ve solunum cihazı gibi temel ihtiyaçların üretimini örgütlemeli; otellere ve diğer yataklı tesislere el koymalı; yakın zamanda işsiz kalmış olanların yaşam şartlarını güvence altına almalı. Bütün bunları piyasa mekanizmalarını terk ederek yapmalı.” Önerdiği çözüm yollarının arasına sıkışıp kalmış “bütün bunları piyasa mekanizmalarını terk ederek yapmalı” cümlesiyle gerçek çıkışı gösteriyor gibi sanki.

“Modern” hurafenin atağı

Peki, durum böyleyse, değişen bir şeyler olduğu kesinse, gelecekle ilgili mümkün olduğunu gördüğümüz kuramsal hedeflerimizi, değeri her gün biraz daha anlaşılan tecrübelerimizi neden yok sayalım; “varsayımlarımızı” neden terk edelim? Spinoza’nın varsayımlara kuşkuyla yaklaşmasının nedeni, onların bilgiyle bilimle ilişkisizliği nedeniyleydi. Günümüzde hurafenin etkisi, uzun bir aydınlanma geçmişine sahip olmamıza karşın arttı mı azaldı mı insan ölçmekte zorlanıyor. Değişebilir verilere dayalı, gerçekleşmesi mücadeleye bağlı kuramla ilgili en büyük tehlike, bilgi ile ilişkisini koparmış varsayımların sürekli kendini çoğaltması tehlikesidir. Şöyle diyor Spinoza: “Bilgimiz ne denli az ise konuşan ağaçlar, birdenbire taşa ya da çeşmeye dönüşen insanlar, aynada görünen hayaletler, hiçlikten yaratılmış bazı şeyler, hatta hayvan ya da insan biçimi alan tanrılar ve böyle sonsuz şeylere dek kurgularla beslenmek o denli kolaydır.” (Monadoloji. Kavrayış Gücünün Gelişimi. Spinoza-Leibniz. Çeviri. Can Şahan. Kuram Yayınları. sf.42) Şimdi ise hurafenin şeklinin, renginin değiştiği görülüyor. Pandemi koşullarında tuhaf “Aşı ile bize çip takacaklar sonra istediklerini yaptıracaklar” türü “modern” hurafeleri, fırsatçı içki yasaklarını duyunca insan korkmuyor değil. Aşı karşıtlarının arttığı, firmalar arası rekabetin bilinçsiz militanlarına dönüştükleri de gerçektir. Bu arada salgının hurafeye güç verecek bunalımlara yol açabileceğini de unutmayalım.

Pandemiyle mücadele için başvurulan kısıtlamaların özgürlüklerin yitirilmesi olarak tanımlanması, öyle de olması, aşılması gereken bir paradokstur. Özgürlük meselesinin iki boyutundan birisi kapanmaların zorunluluğu ise diğeri özgürlüklerin yitirilmesinin kalıcılaşması, yeni dönemin doğalı haline gelmesidir. Pandemi karışında teslimiyetin felsefesini başarıyla yapan Giorgio Agamben alınan önlemleri gereksiz buluyor. “Ev Yanarken” başlıklı nihilist bir manifesto sayılabilecek son makalesinde evin nasıl yandığını yıkıcı bir felaket tellalı olarak anlatıyor; felaketi izlemekten başka yapacak bir şey olmadığını savunuyor: “Peki ne zamandır yanıyor ev? Ne kadar oldu yanıp yıkılalı? Kuşkusuz bir asır önce, 1914-1918 arasında, Avrupa’da bir zamanlar sağlam ve canlı görünen her şeyin üzerine alevler saçan çılgınca bir şey oldu. Ardından, 30 yıl sonra alevler gene her yere saçıldı; ondan beridir de alttan alta, korların dibine gizlenmiş, aralıksız yanmayı sürdürüyor. Ama belki de yangınlar çok daha önce başladı: İnsanlığın kurtuluşa ve ilerlemeye karşı kör inancı, alevlerin ve makinelerin gücüyle birleştiğinde.” (Stop bülten. 4.12.2020. Çeviri Ali Artun) Aydınlanmanın eleştirmeni değil, yeminli bir düşmanı olarak konuşan Agamben “Haysiyetli şekilde ölmenin tek yolu budur” diyor özetle. Bu yalnız pesimist değil aynı zamanda nihilist tutum ufkumuzu karartıyor. Okudukça öfkeleniyoruz, insanı suçlarken, çaresizliğe karşı isyan etmek yerine maskenin gizlediği yüzsüzlüğe boyun eğmeyi öğütlüyor çünkü bize Agamben.

***

Durumu nesnel olarak anlatan Agamben’e hak veriyor, ama iş işten geçtiği için, başımıza gelenlerin savunucularından birisi olarak istisnanın sürekliliği fikrini bu kez tersten savunan, “evi kurtarmaktan vazgeçmeyi” salık veren Agamben’den de hoşlanmıyorum. Zizek de umudu terk edenlerden; “umutsuzluğun cesaretini” savunan, “Gerçeklik ile ilişkimiz yerle bir oldu” diyenlerden o da.

Geleceği anlatan şiiri, aşkın ve nefretin iki yüzü olduğunu bilerek yazmayı sürdürüyoruz. Tehlikenin farkındayız, işimiz zor, bir fırsat yakaladıklarını düşünen egemenler, istisnayı sürekli hale getirmek için yoğun çaba içindeler, biliyoruz. Ama biz yüzümüze taktığımız maskeyi en kısa zamanda çıkarıp atacağız, kapatıldığımız evlerde geleceği yeniden kurmak için çabalıyor, maskeler yüzümüze yapışıp kalmasın diye uğraşıyor, egemenlerin yüzündeki sinsi maskeyi çıkarıp atmak, onların gerçek yüzünü göstermek için sabırsızlanıyoruz.