Maske takmayan bir dilin peşinde

AYŞEGÜL TÖZEREN

Tıp akademisyenlerinin COVID-19 ile ilişkili yazılarına sıklıkla rastladığım pandemi günlerinde, beyin cerrahı Doç. Dr. Ali İhsan Ökten’in Gabriel Garcia Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’tan günümüze uzanan metni dikkatimi çekti. Ökten, kitapta yılları, hatta salgınları devirerek dimdik kalan bir aşk hikâyesinin aktarıldığını söyleyerek, günümüzdeki karantina günlerindeki kadına şiddet haberleriyle o günlerin çelişkisini vurguluyordu.

SARS COV-2 nedenli bir küresel salgının içinden geçerken, aslında bir başka küresel salgını daha yaşıyorduk. 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü itibariyle basına yansıyan verilere göre dünya genelinde her 3 kadından 1’i hayatının bir aşamasında şiddete uğruyordu. Birleşmiş Milletler Kadın Biriminin verilerine göreyse, COVID-19 bir gölge pandemiyi daha beraberinde getirmişti, kadına şiddet bu süreçte dünyada yüzde 25 artmıştı.

BM Nüfus Fonu kadına şiddeti önleyici acil hatların önemini hatırlatmış, Prof. Dr. Şevkat Bahar Özvarış’ın nisan ayındaki yazısında aktardığı üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde süpermarketlerde danışma hatları kurulmuştu. Bu durum nokta ve virgülün haricindeki noktalama işaretlerinden hoşlanmayan yazar Jose Saramago’nun Körlük kitabını hatırlattı. Körleşmenin hikâyesi anlatılırken, Saramago aslında olağanüstü durumlardaki insanların davranışlarındaki değişimi de anlatır. Doktorun eşi, sıradan bir karakter gibi hikâyenin başında sunulmasına rağmen, ilerleyen sayfalarda zekâsıyla, cesaretiyle kahramanlaşır. Henüz körleşmemiş olmasına rağmen, salgının kurbanlarından biri gibi, zorunlu karantina yurduna girer, körlerin yapayalnız karanlığında bir ışık olur. Ancak körlerin yurdunda karanlığın da tonları vardır. Her toplulukta olduğu gibi orada da bir güç ilişkisi kurulur.

Yurda silah sokmuş olan bir grup kör, diğerlerini köleleştirir. Kölelikte bile iç ötekiler vardır, onlar kadınlardır. Körlerin arasında kendilerini efendiler olarak ifade eden sınıf, olağan koşullarda konuşamayacakları, herhangi bir iletişimde bulunamayacakları kadınlara cinsel saldırıda bulunurlar.

Yalıtılmışlıkta, güç dengelerine ilişkin kartlar tekrar dağıtılır. Kriz anı, aslında insan doğası için de bir turnusol kâğıdı görevini üstlenir. Gücü elinde bulundurmanın itkisiyle, körlerin yurdunda, bir iktidar süreci başlar. Hannah Arendt, insan ilişkilerindeki iktidarlaşma sürecini şöyle anlatır: “insan ile insan arasındaki ilişkinin şiddete dayalı bir ilişki olması, taraflardan birinin hayat konumunun değişmesiyle; hayatının öznesi olma şansını yitirmesiyle oluşmaktadır.”
Bir diğer düşünür Michel Foucault, bunu bir yaptırtma süreci olarak açıklarken, gücü yetenin özne konumunu kurarken, öteki olanı nesneleştirmeye meylettiğini söylemektedir. Özne olarak görmediğini de her türlü eylem için bir köleye dönüştürmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki değerler sistemi topluluklarda bir bütündür, efendi köle biçiminde dengeler bozulduğunda, değer sistemi de kırılgan hale gelir. Belirsizlik ortamında somut tehdide bağlı olarak gelişen itaat kültürü de böylelikle hükmedenle biat eden arasında bir tahterevalliye dönüşür, yükselenle alçalan sürekli değişir. Körleşme aslında olağandışı durumlardaki iktidarlaşmanın hikâyesidir.

Güç ilişkileri sadece insanla insan arasında kurulmamaktadır. İlksel güç ilişkisi doğayla insan arasındadır. Gücü elinde bulunduran yüz yıllar, hatta bin yıllar içinde değişse de öğrenmemiz gereken hakikat, biri kaybettiğinde diğerinin de kazanamadığıdır. Margaret Atwood’un 'Antilop ve Flurya' üstopyası da bir olağandışı durumun öyküsüdür, bir başka salgının… Bu salgın, antroposen çağın görkemli günlerinde yaşandığından, diğerlerinden daha farklı olarak insan eliyle yaratılmıştır. Salgın romanlarında çoğunlukla salgın yayıldıktan sonrası anlatılır. Ancak Atwood salgında yaşananların hakkınca anlaşılması için, öncesindeki dünyayı anlatır. Teknoloji gelişmiştir. Ancak teknoloji insanlar arasındaki eşitlik vaadini gerçekleştirememiş, hatta insanlar arasındaki eşitsizlikleri daha da derinleştirmiştir. Atwood’un karakterlerinden Flurya eşitsizlikten de, insanların egolarının hiperplaziye uğramasından da rahatsızdır. Bundan dolayı biyoteknolojinin yardımıyla farklı bir dünya kurgusunu yaratmaya kalkar. Ancak bunun da kendisi için bir iktidarı oluşturacağının farkında değildir, gücün, insan olmanın tuzağına düşecektir. Atwood romanlarından alışık olduğumuz gibi büyük anlatılara ilişkin kavramlarla, aşk ilişkilerindeki savrulmalar, bu kitapta da at başı gitmektedir. Olağandışı durumlarda, Antilop, Flurya ve son bildiğimiz anlamdaki insan olan Jimmy üçgeninde, aşk bir manipülasyon aracı olabilir mi sorusunu, sorduracaktır. Üstopyadan okura kalacak çok düşünce var, ama insanın olduğu yerde aşkın, aşkın olduğu yerde de sanatın süreceği özellikle son sayfaların unutulmazları arasında…

İnsana dair durumun önemli anlatıcılarından Albert Camus’nün Veba’sı salgın romanlarının en bilinenlerindendir. Camus, salgın anlarını şöyle anlatır:

“Yaşadıkları şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişlerine düşman ve geleceği elinden alınmış olarak insan kaynaklı adaletin ya da nefretin parmaklıklar arkasında yaşamaya mahkûm ettiği kişilere benziyorduk biz de. Son olarak dayanılmaz tatilden kaçabilmenin tek yolu hayal gücüyle trenleri yeniden harekete geçirmek ve saatleri yine de kararlı bir biçimde sessiz kalan çanların sesiyle doldurmaktı. Ancak bu bir sürgün de olsa, çoğunlukla kendine sürgündü.” Camus, salgın karantinasını 'kendine sürgün' anları olarak tanımlasa da bu kendine dönüş anlarında salgını anlatan metinler kaleme almaktansa, hayali trenlere atlayıp insanların kendilerinden de, bulundukları yerlerden de uzaklaşmak isteyeceğini düşünüyorum. Yine de Fang Fang’ın Wuhan Günlüğü gibi tanıklık edebiyatı eserleri de ortaya çıkabilir.

Türkçe edebiyatta salgının izini sürdüğünüzde, karşınıza ilk çıkan Reşat Nuri Güntekin’in Salgın başlıklı novellası olacaktır. Bu öyküde, bir köy öğretmeninin çalıştığı yerdeki salgını kaymakama aktarmak isterken, karşılaştığı bürokratik engelleri konu alır. Bu engellere insani zaaflar da eklendiğinde, köydeki insanların sağlık hizmetine erişimi daha da zorlaşır. Köy öğretmeni, insanları dehşete düşürecek bir salgın spekülasyonu yapmakla suçlanırken, aynı hastalıktan vefat eder ve 'maaş kesintisi cezası' iade olunur. Reşat Nuri Güntekin’in salgın hikâyesinden, Wuhan’da COVID-19 nedeniyle vefat eden, salgının ilk haberini veren Dr. Li’nin yaşadıklarını anımsadığımızda, dünyanın pek de değişmediğini göstermektedir.

Şimdilerde her ne kadar COVID-19’u konuşsak da, BM verilerine göre 690 bin kişinin 2019'da AIDS’e bağlı hastalıklardan öldüğü de, HIV tanısı konulmuş 12 milyon kişinin tedaviye ulaşamıyor oluşu da bir hakikat olarak durmaktadır. 40 yıldır yıkıcı etkileri süren HIV pandemisi artık yoksulların hastalığı olduğundan pek gündem oluşturamamaktadır. Ancak bu pandeminden de heybemize koyacağımız bir ders var: Dayanışma. HIV pozitif bireyler stigmatize edilirken, bir yanda insan ilişkilerindeki belki en değerli yan olan, omuz omuza vermenin de örnekleri yaşandı. Biyomühendislik alanında ABD’de akademisyen olarak görev yapan Aydın Tözeren, 'Yeni Bir Hayat' kitabında HIV pozitif bir bireyin arkadaşına bu gerçeği, hastalığının ilerlediğini ve bunlardan dolayı görüşmek istemezse bunu anlayışla karşılayacağını söylediğinde aldığı cevabı aktarır: “Ted bir saniye düşündü ve şöyle dedi: “Seni görmem için bundan başka iki neden düşünemiyorum.”

Dayanışma duygusu, edebiyat ve şiir, insanların evlere kapandığı günümüzde, içimize de kapanmamamız için belki de tek elimizde kalanlar. Fiziksel mesafeyi korusak da bir sözcükle, bir şiirle birbirimize dokunamaz mıyız? Ve biz maske taksak da, maske takmayan bir dille konuşabiliriz.