Gençliği yaşamak için yarınlara, gelecek güzel günlere inanmak gerek. “Şimdi yaşamak gerek, gençlik de geçecek, işe-güce çoluk çocuğa karışılacak” diyebilmek gerek. Yarınlar yoksa, iş-güç, gelecek hayali yoksa, gençlik de yoktur. Çocukluktan yaşlılığa geçersiniz hemen. Kaygılı, yarından korkulu, ben ne olacağım duygulu…

Maslow’u mezarında ters döndürdük!

2020 zor başladı, zor gidiyor. Koca dünya bir virüse teslim, tüm yaşam değişti. Değişmeyen tek şey böylesine bir krizde bile zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olduğu, politikacıların da aynı gerilim ustalığında devam ettiği… İnsanlığın bu kırılgan döneminde bile, kavgaları bitirmeyen; ateşe körükle, savaşa silahla, fakire vergi ve yeni borçlarla destek veren siyasetçilerin, ne pahasına olursa olsun ranttan vazgeçmeyen iş insanının hırsının nelere kadir olduğunu bir kez daha gördük. ‘İnsani’ bir engelin bu akışı durduramayacağını bir kez daha öğrendik. İş bulamadığı için eğitim kredisini ödeyemeyen yeni mezun öğrencinin borcunun, yaşa takılan emeklinin maaşının devleti batıracağını, bir holdingin vergi borcu affının ise şifa olduğunu gördük. Bu vergileri niye hiç ödeyemediklerini de bir türlü çözemedik.

İnsan olmak zor zanaattır. Bir yandan hayatta kalabilmek için bedenimizin temel ihtiyaçları, bir yandan tüm arzuları körükleyen bir dünya. Bir diğer yandan da öğrenmek, gelişmek, büyümek isteyen bir dimağ, sevmek, sevilmek isteyen bir kalp. Ve bu doludizgin akan dünyada, tüm bunlara karşı kısıtlı imkân, yetenek ve kapasitemiz. Güzel hayaller, iş arayan yorgun ayaklar, yüzümüze kapanan kapılar. Kontrol edemediğimiz itici güçler arasında bir denge durumu kurmak ve bu dengeyi sürdürmek! Hayatta kalma mücadelesi… Ve üstüne de yıllardır özenle bıçak sırtı keskinliğinde tutulan bir ülke iklimi.

Genç olmak ister miyim böyle bir zamanda? Allah korusun! Delikanlı kızlar ve oğlanlar, deli deli olamayacaksa ne anlamı var. Gençliği yaşamak için yarınlara, gelecek güzel günlere inanmak gerek. “Şimdi yaşamak gerek, gençlik de geçecek, işe–güce, çoluk çocuğa karışılacak” diyebilmek gerek. Yarınlar yoksa iş-güç, gelecek hayali yoksa, gençlik de yoktur. Çocukluktan yaşlılığa geçersiniz hemen. Kaygılı, yarından korkulu, ben ne olacağım duygulu. Zaten hiç çocuk olmamış, hiç genç olmamış olanlarımız vardı, şimdi ise çok şanslı küçük bir kesim dışında tüm gençlerimiz birden yaşlı oldu.

Günümüz insanı için en zor olan da artık doğa güçlerine karşı değil de birbirimizle ve kurduğumuz sistemle mücadele etmektir. Ekmek ve arzularımız artık aslanın ağzında değil, kendi türümüzden bir canlının elinde; iki dudağının arasındadır. Subaşları öylesine bir tutulmuştur ki görünmez bir ağ sürekli genişleyip katmerlenerek bizim gibi sinekleri içine alıp elimizi kolumuzu bağlamakta, bir yandan da örülmeye devam etmektedir. Oysa insan, Sartre’ın dediği gibi ‘özgürlüğe mahkûmdur’. Bir kez dünyaya geldikten sonra yaptığı her şeyden sorumludur. Bir masa, masa olarak yaratılır, kendini masa yapmaz. Ama insan kendi kendini ‘insan’ olarak büyütür, geliştirir. İnsan ‘insanlığını’ kendisi yaptığı için de ‘özgür’ ve ‘sorumlu’ olmak zorundadır.

Kendini ‘insan’ yapmak meşakkatli bir yoldur. Bir örümcek ağı içinde daha da zordur!

Ülkemizde bu yılın temmuz ayı rakamları ile dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 2 bin 406 TL, yoksulluk sınırı ise 7 bin 838 TL. Asgari ücret net 2 bin 300 TL civarında. Bir sürü istatistiğe gerek yok, nüfusumuzun büyük çoğunluğu, ömrü boyunca, insan ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş Maslow Piramidi’nin ilk katında yaşamakta. Sadece biyolojik olarak hayatta kalmak için gerekli temel ihtiyaçları tedarik mücadelesi içinde.

Amerikalı bir psikolog olan Abraham Harold Maslow, 1943 yılında, İnsan Motivasyonuna Yönelik Bir Teori başlıklı çok ses getiren makalesini yayımladı. İnsanların ihtiyaçlarının öncelik ve acilliğine göre sıralandığı bu makaleyle, günümüze kadar ününü koruyan Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Piramidi doğdu. Piramidin en alt ve en geniş tabanında, insanın en önemli ve öncelikli ihtiyacı olarak ‘fizyolojik ihtiyaçlar’ yer alıyor. Hayatta kalma ihtiyacı! Yeme, içme–temiz su, boşaltım, hava-oksijen, uyuma, cinsellik gibi bedenimizin, yani canlı türümüzün devamlı kalabilmesi için gerekli ihtiyaçlar. Bu da aç yatmamak, temiz suya ulaşabilmek, sağlıklı bir altyapı ile boşaltım ihtiyaçlarını giderebilmek, temiz hava solumak, sağlıklı bir cinsellik ve sağlıklı çocuklar, uyuyabileceğin bir çatı altı, gibi sağlıklı bir fiziki çevreyi gerektirmekte. Sağlam kafa ve sağlam vücut, sağlıklı yaşama olanağı. 5 milyona yakın geçici tarım işçisi, inşaat şantiyelerinde yaşayan işçilerin büyük bir bölümü, göçmen nüfusun yanı sıra bir gecekondu ve kaçak yapı cenneti ülkemizde bunlar bile bazılarımız için büyük lüks sayılmakta. Yarıya yakını ömrü boyunca bu ihtiyaçları için gece gündüz çalışmak zorunda olan bir nüfusla, aya gitme hayali kuranlara...

Tüm bu ihtiyaçlar karşılanacak ki ikinci basamaktaki ‘güvenlik’ ihtiyacını duysun! Maddi olarak güvende hissetsin, yasalara uysun, toplum düzenine, kolluk kuvvetlerine güvensin, yasaların onu, düzeni koruduğuna, sağlık sistemine, iyi olacağına inansın. Fiziki varlığı, bedeni ve sahip olduklarının korunduğuna güvensin. Burada da fazla bir açıklamaya gerek yok sayın okuyucu. Bir günde işinden atılan akademisyenler, haber yaptığı için tutuklanan gazeteciler, neden orada tutulduğu bile açıklanmamış tutuklular. Ülkenin temel kurucu değerlerine yapılan saldırılar. Son dört beş yıl içinde daha üst basamaklara çıkmış olanlar bile topluca geri bastı. Ülkece piramidin ikinci basamağına konuşlanmış halde, kaygıyla bekliyoruz. Güvende miyiz? Sistem bizi koruyor mu? Grip aşısı bile olamıyoruz! Bir tweet atarken şu satırları yazarken bile korkuyoruz.

maslow-u-mezarinda-ters-dondurduk-799599-1.
Yeni patronun senin bilimsel araştırmana “Bu ne lüzumsuz şey” derse, “Tamam” deyip atacaksın. Üniversitenin laboratuvarında eksikler varmış, olsun. Önce düdüklü tencereye saygı duyacaksın. Facebook’a bir konferanstan fotoğrafını koy, annenden ve annenin komşusundan alkışlar, kalpler ve öpücükler al. Rektörün hanımına da saygıyı eksik etmeyeceksin. Neymiş, doçent olmuşsun, bilmem kaç tane yayımlanmış makalen varmış. Ama o da rektör. Atanmış ve o da eşini atamış!

Farz edelim ki güvendeyiz ve üçüncü basamaktaki ‘sosyal ihtiyaçlara’ geleceğiz. Aidiyet ve sevgi! Biz bir sosyal hayvanız. Yalnız yaşayamıyoruz. Bir aileye, arkadaşa, gruba ait olmak istiyoruz. Piramidin mantığına göre bir ve ikinci basamakta asılı kalmış gibi görünsek de bana göre bizim ülkemizde biz en çok bunu; bu üçüncü basamağı istiyoruz. En önemli ve acil, yaşamsal fizyolojik ihtiyaçlardan bile çok seviyoruz... “Amaan sen de” deyip, ilk iki basmağı atlayıp, direkt üçüncü basamağa çıkıyoruz. Salgınmış, koronaymış aldırmıyor, ille de o cenazeye gidiyor, komşumuzla kahve içiyor, davullu zurnalı kız alıp sokaklarda omuz omuza göbek atıyor, düğünde halay çekip altınımızı takıyoruz. Bir bağlılık, bir aile sevgisi ki anlatılmaz. Gece belki aç yattı, yıkanacak banyosu yoktu, yemedi içmedi, işi gücü güvenecek hiçbir şeyi yoktu ama ailenin namusu için kız kardeşini vurdu, katil oldu. Öyle bir aidiyet duygusu ki işsiz kaldı, aç kaldı, dere yatağına yapılan TOKİ evini sel aldı, ormanları yok oldu ama oy verdiği partisinden vazgeçmedi. Yıllardır oy verdiği parti hiç iktidar olmadı, hiç yılmadı, hiç vazgeçmedi. Aidiyet duygumuz o kadar sağlam ve gelişmiş ki, ait olduğumuz gruplara göre ayrılmış televizyonlarımız, gazetelerimiz, baromuz var. Belki çok yakında doktorlarımız da ayrışacak, ait oldukları grup belli olacak. Böyle bir lüks nerede var?

Üçüncü basamak bizde sağlam, geçip dördüncü basamağa atlarsak; ‘değer verilme duygusu, saygınlık arzusu’ gibi beklentilerimiz ve ihtiyaçlarımız var. İstiyoruz ki fark edilelim, takdir edilelim, saygı görelim. Önemli olalım. Bu biraz netameli. Öyle kolay değil, herkes önemli ve saygıdeğer olamaz. Bizim kültürümüzde tevazu var. Ve gerçekten mütevazı oldun mu gerçek sanırlar. Öyle takdir falan bekleme. Sen gece gündüz çalışacaksın, hazırlayacaksın sonra senden daha saygın birisi o hazırladığını alıp daha da saygın birilerine götürüp takdir alacak. O da daha üstte. Sen yoksun artık. Unut! Eve git, akşam Instagram’a bilmem kaç yıl önceki tatilinden bir fotoğraf yükle. Yeni patronun senin bilimsel araştırmana “Bu ne lüzumsuz şey” derse, “Tamam” deyip atacaksın. Üniversitenin laboratuvarında eksikler varmış, olsun. Önce düdüklü tencereye saygı duyacaksın. Facebook’a bir konferanstan fotoğrafını koy, annenden ve annenin komşusundan alkışlar, kalpler, öpücükler al. Rektörün hanımına da saygıyı eksik etmeyeceksin. Neymiş doçent olmuşsun, bilmem kaç tane yayımlanmış makalen varmış. Ama o da rektör! Atanmış ve o da eşini atamış! Seçilmemiş ama olsun, atanmış işte. ‘Atanmış’ ile ‘seçilmiş’ arasındaki saygı değeri çok ince nüanslarla bağlamına göre belirlenir. Sakın ha, karıştırmayacaksın. Yerini bileceksin. Kimin saygı göreceği konusu kıvrak bir zeka, ileri ‘dönüş ve manevra’ kabiliyeti gerektirir. Saygı beklemeyi bırak, kime nerede nasıl saygı gösterilir buna çalış. Hele de kadınsan... Bir toplantı ya da televizyon tartışma programında ilk sözü kesilen sen olacaksın, şaşırma. Televizyon tartışma programlarında sadece ülke büyüklerimiz ile görüşebilen kadınların, görüşemeyen erkeklere karşı söz önceliği vardır unutma.

Hâlâ yaşıyorsak, son basamaktan önce, ‘sanat, merak, estetik, bilme–öğrenme’ gibi ara bir durak ve yıllar içinde listeye yapılan bazı eklemeler var. Bunlar da ruhu, benliği beyni besleyen ihtiyaçlar. Ruh açlığı da zordur. Arada beslemek gerekecektir. Bitkisel hayattan yaşamaya geçiş...

Son basamakta ise ‘kendini gerçekleştirme’ vardır. Olabileceğinin en iyisi olmak. Bu çok az insana nasip olmuştur.

İnsan olmak!

Aydınlanmanın etik ve insani bir toplum için yasalar çıkaracağı vaadinin ardından 200 yıldan daha fazla bir süre geçti ve biz-hiçbirimiz, yaşamı daha ahlaki kılma mücadelesinde başvuracağımız kaynak olarak kendi bireysel ve sorumluluk duygumuzdan başka bir şeye sahip değiliz. Ancak öyle görünüyor ki, dev güçlerin yaptığı gayri kutsal ittifak bu kaynağı da kurutuyor. (Bauman Z., Parçalanmış Hayat, Ayrıntı Yayınları, 2001, sf. 357)

Ama ümitsizliğe yer yok. Bu teorinin en iyi tarafı, tüm ihtiyaçların hepsi tamamen karşılanacak gibi bir şart olmaması. Mesela dünden kalan ekmekle biraz karnın doydu ise bir yerden eline geçmiş bir kitabı okuyabilirsin. Komşunla selamlaşıp aidiyet duyabilirsin. Otobüste birine yer verip saygı görebilirsin. Yani basamaklar arası geçişler serbest.

Aslında hiç bir şeyin yoksa bile ‘tam bir insan’ olabilirsin! Ya da gerçekten ilk basamakta takılıp kalıp, ‘daha, daha, daha’ diyerek sürekli yemeye devam edersin.

Asla tamamen doyurulamayan bir açlık!

Sonra umarsız bir saygı bekleyişi!