“Vahdeddin’in Kurtuluş Savaşı'nda payı yoktur, saray Kurtuluş Savaşı'nı ordu kullanma da dahil çeşitli yöntemlerle çökertmeye çalışmıştır.”

Masum olmayan bir masal: Sultan Vahdeddin’i aklamak
Fotoğraf: Arşiv

Barış Zeren

Yüz yıl önce, diyelim 1922 yılında, insanın midesi çürük yiyeceklere bugünkünden daha alışıktı. Ama aklı çürümüş düşüncelere daha az tahammül ediyordu. Çünkü Almanya’dan Avusturya’ya Rusya’dan Türkiye’ye halklar egemenliklerini kendi ellerine almış, büyük sorunları çözmeye, “doğru fikirleri” bulmaya çabalıyorlardı. Bugünse midemize taze yiyecek sunma imkânımız sonsuz artmışken aklımız çürümüşlüğün bin bir türünü sindirmeye alışmış durumda. 1950 yılından bu yana insan IQ’sunun küresel ortalamada 93.6’dan 85’e düştüğünü ortaya çıkaran araştırma bu bakımdan şaşırtıcı değil. Köhneleşme ve insan aklına saldırı küresel ve gündelik bir fenomen.


Geçtiğimiz hafta Beştepe çevrelerinin uzun zamandır himaye gördükleri İngiltere’yi bile şaşırtacak monarşi savunuları da bu cinstendi. İzmir'in kurtuluşunun yüzüncü yılı etkinliğine, Belediye Başkanı Tunç Soyer'in Osmanlı yönetimini ihanetle suçlayan sözleri AKP ve MHP saflarında bir demagoji dalgasıyla yanıtlandı. İslamofaşist akımın "ecdat" kültü, dolayısıyla Padişah Vahdeddin imgesi diriltildi, Vahdeddin'in geniş bir milli davanın parçası olduğu iddiaları yeniden yayıldı. Bu arada, MHP kürsüleri etkinlikte "Yunan'a" tek söz söylenmemesine bilhassa içerleyerek devşirmelik suçlamaları yağdırdı – aynı etkinliğe bu kez milli mücadelede Rumlara yapılan kötülükleri hatırlatarak gölge düşürmeye çalışan liberal koro için bu "ufak" ayrıntı önemli mi, bilemiyorum.

Geçerken belirtmek gerekir; aslında iktidar cenahının bu demagojilere telaşla başvurmasında Tunç Soyer'in konuşmasından ziyade, kurtuluş etkinliğinde iki milyon kişinin toplanması rol oynamış görünüyor. İki milyon kişi, yaz boyu İslamcı örgütlerin talepleri doğrultusunda pervasızca konser yasaklamış hükümet ricalinin tadını kaçırdı. Onunla da kalmadı, konser boyu çeşitli siyasal imaların yayılmasıyla, belki Gezi'den beri en kalabalık protesto gösterisine dönüştü. Kurtuluş etkinliği için toplanan iki milyon kişi Cumhuriyet mitingleri gibi bir dip dalgası çağrışımı doğurdu ki, bu bağlantıyı iktidara kapılanan bazı gazeteciler de "aman ha!" uyarılarıyla açıkça kurdular.

Çılgınlığın metodu

"Hakikat-sonrası" çağının Sisifosluğu da iktidarın yalan taşlarını kuyudan çıkarmaya çalışmakla tanımlanıyor. Sultan Vahdeddin'in Mustafa Kemal'i kurtuluş için görevlendirdiği, Sevr'i imzalamayarak milli mücadelenin örülmesini gizliden gizliye desteklediği tezleri defalarca gündeme geldi ve çürütüldü. Yalnızca olgulara değil, mantığa sığmayacak iddialara karşı yine de türlü kanıtlar ileri sürülerek anlatıldı: Vahdeddin’in Kurtuluş Savaşı'nda payı yoktur, saray Kurtuluş Savaşı'nı ordu kullanma da dahil çeşitli yöntemlerle çökertmeye çalışmıştır; padişah işgalci İngiltere'ye dayanmıştır ve iki taraf arasında salınan mütereddit tutumları hem siyasal zayıflığından hem yükselen kurtuluş mücadelesinin soluğunu ensesinde hissetmesinden ileri gelmektedir.

Mustafa Kemal, yalnızca "bir hain, bi-şuur, bi-idrak bir hain" diye söz ettiği Vahdeddin'i indirmemiş, saltanatın kaldırılması takririnde geçtiği haliyle, "otokrasiyi" yani "hükümet-i şahsiyi" kaldırmıştır. Bu, en yalın haliyle devrimdir.

En bariz olguları çiğneyerek ortaya atılan Vahdeddin iddiaları çürütüldü çürütülmesine de, gücünü çürük olmaktan aldığı belki de fark edilemedi. Zira toplumsal aklı çürük iddialarla bombardımana tutup sürekli savunmada bırakmak insanları ufuksuzlaştırmanın başlıca yordamıdır. Bugün Cumhuriyet’in enkazı üzerine ne kuracağını bulamayan bir siyaset esnafının arayışları için, köhne, imtiyazcı, topluma düşman bir iktidarın sürmesi için de elzem görünmektedir. Evet, Shakespeare'in ünlü sözüyle, "Bu çılgınlıkta bir metot var."

Vahdeddin'in rehabilitasyon tarihçesi

Padişah Vahdeddin'in rehabilitasyonu AKP iktidarında usandırıcı bir sıklıkla gündeme gelse de, aslında yeni bir konu değil. Son sultanın Mustafa Kemal'in mücadelesine, bu arada Kurtuluş Savaşı'na aşılanmaya çalışılması, solun 1960'lardaki yükselişine karşı örgütlenen egemen siyasetin derin motiflerinden biriydi. O yıllarda giderek kitleselleşip iktidara oynamaya başlayan sol aynı zamanda Kemalizmi ve Cumhuriyet’i güncelleyecek, yeniden anlamlandıracak ve eleştirerek ileriye taşıyacak hegemonik bir program da ileri sürüyordu. MDD'den TİP'e, orada Yön-Devrim çizgisine dek solun bütün kollarıyla yükselttiği bu "ikinci kuvva-yı milliye" bayrağı, artık cumhuriyetçi düşüncenin –Falih Rıfkı Atay gibi– ilk kuşak temsilcilerini de yöntem olarak aşan, Kemalizmi yapısal yönleriyle tartışan kapsamlı bir tarih paradigmasıyla entelektüel bir binaydı. (Bu bina, solun siyasal geri çekilişlerine rağmen 90'lı yıllara kadar ayakta kalmıştır.)

12 Mart darbesi, iktidar eşiğindeki solun önünü kesmekle kalmadı, halka bir karşı-Atatürkçülük de yaymaya girişti. Cumhuriyet’in bir kopuş, yani bir devrim olduğunu unutturan, Atatürk'ü Osmanlı'yla bağlantılandırmaya çalışan bu karşı-Atatürkçülük (daha doğrusu karşı devrimcilik) parmağını tam da kopuşun olduğu momente, Padişah Vahdeddin'e koydu. Bu görüşler 1974 yılında Ecevit liderliğindeki CHP'yle iktidar ortağı olan Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi tarafından işlendi, teşkilat Almanya'daki işçiler arasında örgütlenirken Vahdeddin propagandası yaymayı ihmal etmedi. (Tek Adam biyografisini kaleme aldığında Şevket Süreyya Aydemir, yeni yeni karşılaştığı bu iddialar karşısında hayretini gizleyememişti. Bugün artık 1970’ler Almanyası’nda İslamcı teşkilatların başta CIA olmak üzere Batı gizli servisleri himayesinde iş gördüklerini biliyoruz.)

Bunu, Necip Fazıl Kısakürek'in 1970’li yıllardaki tefrikaları izledi. Katıksız bir Cumhuriyet, Kemalizm ve sol düşmanı olan Necip Fazıl, 1969'da Sultan Abdülhamid'i ibra ettikten sonra Vahdeddin'in "Vatan haini değil, büyük vatan dostu" olduğunu yazdı. Tayyip Erdoğan dahil olmak üzere AKP kadroları Sultan Vahdeddin'in hakkı yenmiş bir ceddimiz olduğunu, daha İslamcı gençlik örgütleri içindeyken bu üstatlarından öğrendiler. Hâlâ 27 Mayıs çerçevesiyle belirlenen laik kamusal ortam, bu arada o dönem ayakta olan sol paradigma karşısında bu zorlama iddialar, ancak fanatik görüşlerin eksantrik düşünceleri olarak kalabilirdi. Ama 12 Eylül 1980'den AKP iktidarına uzanan egemen siyaset Cumhuriyet’i bir yük olarak görmeye başladıkça devleti bu fanatizmin etkisine peyderpey açtı.

Eğer bugün bu fanatizmin kurucularından Necip Fazıl'ın bir hayranı, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin başındaysa bunu sağlayan, bürokratıyla siyasetçisiyle Türkiye'yi yönetenlerin, solun yükselişi karşısında halk egemenliği ilkesinden vazgeçip gericiliğe sarılmalarıdır. Vahdeddin'i kurtuluş savaşına zerk edip devrimi bu savaştan atan anlatı da, 1974'te Erbakan'ı iktidara taşımış Bülent Ecevit'i, 2005'te "Ben Vahdeddin için hiçbir zaman hain demedim," diyen –kendisi de Sultan Vahdeddin'in akrabası olan– Ecevit'e bağlamaktadır.

Şimdi iktidarıyla muhalefetiyle siyaset esnafı, dikiş tutmayan bir “hükümet-i şahsi” rejimiyle ne yapacaklarını düşünüyorlar; halkın büyüyen tepkisini "kutuplaşmayalım" diyen altılı masa muhalifleriyle, "Vahdeddin'in değil de devletin operasyonudur" diye yeni bağlar uydurmaya çalışan plaza gazetecileriyle teskin etmeye çalışıyorlar. Çürüdükçe toplumu çürütüyorlar. Doğru, siyaset olup iktidara oturana dek yalan yağmuru pervasızca sürecek görünüyor.