Ayaz ve Nupelda’ya Başta söz değil, ağıt vardı. İnsan konuşamıyordu, ama kardeşi öldüğünde yüzünde bir acı beliriyor, çenesi titriyor ve gözü sulanıyordu. Bu arada sesler çıkarıyordu, içinde, en derininde bir şeylerin koptuğunu anlatan sesler. Ölüm, öyle bir travmaydı ki, ruh ve beden sarsılıyor, paramparça oluyordu. Yaşamda en telafi edilemez şey ölümdür, Gılgamış ve Troya’dan beri.  […]

Ayaz ve Nupelda’ya

Başta söz değil, ağıt vardı. İnsan konuşamıyordu, ama kardeşi öldüğünde yüzünde bir acı beliriyor, çenesi titriyor ve gözü sulanıyordu. Bu arada sesler çıkarıyordu, içinde, en derininde bir şeylerin koptuğunu anlatan sesler. Ölüm, öyle bir travmaydı ki, ruh ve beden sarsılıyor, paramparça oluyordu. Yaşamda en telafi edilemez şey ölümdür, Gılgamış ve Troya’dan beri. 

Cenaze çıkan evlerde, ya da yas, matem meclislerinde okunan acıklı türkülere, ağıt demişler. Ağıtlar, eski ozanlarca sagu, divan şairlerince mersiye, bizim fukara dört dağ içindekilerce şüare olarak bilinir.

Anadolu öyle bir yerdir ki geçen yüzyılda birden çok yerel, bölgesel ve dünya savaşına şahitlik etmiştir. Yemen, Rus savaşı, Cihan Harbi, ayaklanmalar, ikinci cihan savaşı, göçler, sürgünler, ölümler, toprağın kaderi olmuştur. Kahramanlar ve günahsızlar, bitmez ağıtların iki büyük konusudur. Eskiden orada tek bir ev yoktu ki, içinden bir ölü çıkmamış olsun.

Anadolu’da ağıt tertip edene Ağıtçı denirdi. En yaygın ağıtçılar, kadınlardı. Kadın cinsiyeti öyledir ki hem insanı doğurur, hem ölüm anı onun kucağından geçer (Mahmut Temizyürek’e saygıyla). “Pir Sultan kızıydım ben de Banaz’da, Babamı astılar Kanlı Sivas’ta, Ağlamam durmuyor baharda yazda, Darağacı ağlar Pir Sultan deyu” diyen Senem Sultan, Anadolu’nun büyük ağıtçısıdır.

Bizim orda ağıt, genellikle ölenin annesinin ya da bazen büyük sairlerin işidir. Bu sairler içinde en başta, Weliye Yimame Uşên ve hâlâ hayatta olan Sılo Qız gelir. Ölen oğula ana, bazen meydanda toplanan cemaat, bazen de ölünün kendisi ağıt yakar. Daha doğrusu hepsinin ağzından sair konuşur.

Ağıt, dilden dile, ağızdan ağıza, bellekten belleğe, sadece bir bireyin sona eren yaşamını değil, bir halkın kaderini de anlatır. Sılo Qız’ın okuduğu Dere Laç Ağıdı’nda, bıyıkları yeni terlemiş aşiret savaşçısı İvis’in vurulduğu an, bin dokuz yüz otuz sekiz de küçücük bir vadide kıstırılmış çoluk çocuk için, gökyüzündeki ay ve güneş sanki durmuştur. İvis bir şarkıcıydı, polat kurşun vurduğunda, tüfengiyle beraber şarkısı da düştü.

Troyalılar için Hektor’un ölümü, İlyada destanının kırılma noktasıdır. Bir halkın kaderi, bu ölüm anıyla değişmiştir. Bizimkilerin kaderi de, İvis’in ölümüyle değişmiştir. Hektor’a, annesi Hekabe, karısı Andromakhe ve kızkardeşi Kassandra, İvıs’e Sılo Qız ağıt yakmıştır. Derê Laç ve İlyada apaçık aynı şeyi anlatır.

Kahramanlara yakılan ağıtlar çağı bitti. Artık ağıtları, sıradan insanlar ve basit ölümler yazıyor. Madımak’tan sonra şiir yazılıyor, ama çocuklara ağıt yakılamıyor. Bebekler ve çocuklar masumpaklar’dır. Pulur’da dünyaya gelen Ayaz ve Nupelda, On Dört Masumpaklar’dan da masumdu. Geride kalan bakmaya kıyılmaz fotoğrafları ve vicdan kabul etmez ölümleriyle, toprakları mayın sahasına çevrilmiş bir halkın değişmez kaderinin de sembolü oldular. Hêfê domonê Kırmanciye!*

* Kırmanciye çocuklarına yazık!