Dijital sinemanın öncülerinden olan The Matrix üçlemesi ile dijital teknolojinin görseli ve hikâye anlatımını nereye taşıyabileceğinin cevapları için ilkinden tam 22 sene sonra The Matrix Resurrections vizyona girdi.

Matrix’i izlemek eve dönmek gibi

Nostalji bizlere bir geçmiş sunarken bir yanıyla da aslında şimdinin onaylanmayan yönlerinden kaçışın sihirli anahtar deliğini de işaret eder durur. O delikten baktığımızda gördüklerimiz veya gördüğümüzü sandıklarımız aslında hızlı giden bir trenin penceresinden dışarı bakarken gördüklerimiz kadar nettir. Yani büyük oranda flu olan ama zihindekilerle idealleştirilmiş hatta belki de yeniden kurgulanmış alternatif bir gerçeklik bütünü kadardır. Bu kendi yaşamımıza dayanan gerçek nostaljidir. Bizim jenerasyonun sorusunu soran The Matrix ise bugün için kültürel bir nostaljidir. Kültürel nostaljimizin bir parçası olan Matrix üçlemesinin ardından seneler sonra gelen bu yeni film ile, duygu ve değer temelli üretim ve tüketim mekanizmaları elbette kâr sağlamayı amaçlamıştır. Bu filmi olumsuzlamak için fazla genel bir bahane bana kalırsa. İlla ki hayal kırıklığı yaşayanlar olacaktır filme dair ama iddia edildiği kadar yani “keşke hiç çekilmeseymiş” diyecek kadar kötü bir manzara ile karşı karşıya olduğumuzu ben düşünmüyorum.

LANA’NIN SANAT ESERİ

Yüzyıllardır yanıtı aranan 'gerçeğin ne olduğu' sorusunu zamanında, varoluşsal anlamsızlık tehdidi altında hisseden ve anlamsal bir uyanış arayan genç jenerasyon için Wachowksi Kardeşler sormuştu. The Matrix filmi ile neyin gerçek olduğunu nasıl biliyoruz sorusu cevaplandığında hem düşünsel hem sinemasal anlamda çığır açıcı bir şeye şahit olmuştuk. Yenilikçiliği ve zaman kavramı ile zihinlerimizi kurcalayan o etkileyici görsel efektleri ilk kez gördüğümüzde, bunun yirmi yıl sonra nasıl bir noktaya ulaşabileceğini merak etmiştik. 'Bullet time' efektli ağır çekim sahneleri (meşhur kurşun sahnelerini hatırlayın) gibi örneklerle dijital sinemanın öncülerinden olan The Matrix üçlemesi ile dijital teknolojinin görseli ve hikâye anlatımını nereye taşıyabileceğinin cevapları için ilkinden tam 22 sene sonra The Matrix Resurrections vizyona girdi. Lana Wachowski’nin bu sefer tek başına yüklendiği bu yolculuk hem sanatçı olarak kendisi için hem de efsane ile duygusal ve zihinsel bağı olan seyirci için hem de yepyeni bir jenerasyon için oldukça mühim bir meseleye döndü haliyle.

SEÇİM İLLÜZYONU

Matrix 21. yüzyılın en ikonik filmi. Bir yandan üçlemesinin duygularını yöneten bir yandan da metaverse (Meta-universe’in kısaltması) ile uğraşan bu yeni filmin yolculuğu da bu yüzden o kadar zor. Yarattığı mitolojiyi belli noktalarda geliştiren bir film The Matrix Resurrections hatta bunun için akıllıca bir yol bulmuş olduğu da görülüyor. Orijinaline, onu doğrudan Matrix’in içine yerleştirerek gösterip, ona saygı duyması ve öyküsü ile bağ kurması oldukça iyi yapılmış. Seçimlerin ne olduğu meselesinin, seçimlerin bile aslında birer illüzyon olduğuna bağlanmasından etkilendim. Makinelerin Neo'yu neden Matrix'e geri koyduğu, Trinity'nin neden orada olduğuna dair açıklamalar tatmin ediciydi.

Io (Niobe tarafından yönetilen yeni şehir) şehrinin tasarımı, yer duygusunu güçlendirecek bir şekilde gelişmiş ve mekân kalitesi artırılmıştı. Morpheus ve Ajan Smith’in yeni halleriyle iyi ele alınmış olduklarını da düşünüyorum. Benim en beğendiğim yanı ise kullandığı meta şakalar oldu; örneğin yaratıcılık anlamında tüm kontrolün yaratıcılarda olduğunun yanılgısını pazarlama ekibine laf çakarak ele alması ve örneğin; daha fazla bullet time için tartışan tasarımcıları dahil etmesi gibi. Filmin aksiyon yönüne baktığımızda, Matrix sonrası dövüş sahnelerinin binlerce kez onun iyi ve kötü taklitleri olarak yüzlerce kez izlediğimizden bu sahneler pek keyif vermedi. Niobe’nin olduğu sahneler de beni filmden koparacak derecede uzun ve gereksiz geldi.

EVİN NERESİ?

Şimdinin genç jenerasyonu ise ne bu malum soru ile ne de cevabı ile pek ilgili değil. Günden güne içerisinde yaşamaktan daha mutlu oldukları sanal gerçeklik dünyası her anlamda onları daha iyi hissettiriyor ve dahil oldukları bu sanal gerçekliğin içerisinde daha özgür hissediyor ve orada daha çok var olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Duymuşsunuzdur, kolektif sanal paylaşım alanı olarak adlandırılan Metaverse gerçek ve sanal dünyanın bilim kurgu ile birleştiği bir 'dijital dünya' olarak tanımlanıyor. 5 yıl içinde Avrupa’da 10 bin kişiyi istihdam edeceği açıklanan bu sanal dünyayı Zuckerberg kendi deyimi ile 'yeni nesil internet' olarak tanımlıyor. Metaverse’ün mimarlarından Epic Games’e ait oyun motoru Unreal Engine yeni sürümünü tanıtmak için Matrix Awakens isimli bir demo tasarlamış. Bunu mutlaka izleyin. 0 ve 1’lerden oluşturulduğuna inanamayacağımız görüntüler yer alıyor bu demoda. Bizler kendimizi ve yaşamlarımızı ne üzerinden anlamlandırdığımız konusunda hâlâ alıklar gibi ortada sekerken, bu kirlenmiş dünyadan kaçarak metaverse’de yepyeni bir evren yaratılacak yeni nesiller için.... Matrix’i izlemek, eve dönmek gibiydi. Nabokov’un dediği gibi “İnsan, geçmişiyle yaşarken kendini hep evinde hisseder." Son olarak, gerçek veya dijital bir dünyada benliğin anlamını sorgulayan bu filmin sorusunu şuraya bırakayım “Yaratabileceğimiz bir dünya kendi dünyamız kadar gerçek gibiyse gerçeklik ne anlama gelir?” Bu gerçek dünya için de metaverse için de geçerli bir soru değil mi?