“Mavi kuş nerde?”

HAYDAR ERGÜLEN- @haydarerglen

Devlet geldi. İki göz evin alnına şanlı bir yazıyla mührünü bastı. Mührünü vurdu. Bastı, vurdu. Töremiz böyle: Devlet ezel ebed müddet. Devlet, her zaman yeni bir gezegen gibi, hayat var mı, yok. Devlet var. Hayat olmasa da olur. Hayat olmasa devlet daha devlet olur. Devlet söz konusu ise, insan teferruattır.

Devlet. Hangi şiire girse, hangi şehre girse onu karartıyor. İçinde devlet geçen şiirleri hatırlamak bile istemiyor insan. Ece’nin şiiri bile olsa, fakir kuş hiç unutmasa bile. Fakir kuş hiç unutmaz, sorar, sahi “mavi kuş nerde?” Belki o zaman mavi kuşun yokluğunda göğümüzün, günümüzün işgal altında olduğunu hatırlatır bize fakir kuş. Ece buna “Usta İşi”demiştir: “Kırk kapıdan birden devletle girdiğini gördük”.
Devlet. Bir kafiye biçimi. Şiiri de var tabii şairi de. İki göz evlerin, yanmış, yakılmış, yıkılmış dükkanların alnında yazmıyor yalnız, hepimizin alnında yazıyor: Devlet ebed müddet. Şiiri de var işte: “Vurur yüze ifadesi/devletim geldi bitanesi”. Şairi çok. Devlet, kudret. Devlet, hürmet. Devlet, şöhret. Devlet.
Devletle uyaklı şairler. Uyakları devlet olan şairler: Cinnet, eziyet, akıbet, şiddet... Uygun adım şairler de vardı eskiden, olmuş. Kurucuları tanrılaştıran. Şimdi onlara sadece ilginç, sadece ‘garabet’ olarak bakıyoruz. Devlet şairi, köşk şairi, saray şairi.
Devlet. Şehvet. Devletin kendinden geçme hali, vecd hali. Devlet mevsimindeyiz. Bundan olmalı ortalık sıcacık, sisten, dumandan göz gözü görmüyor. Sabah ne zamandı, ne zaman akşam oldu? Çocuklar eve döndü mü?

Sahi çocuklar vardı değil mi? Çocuklar sokağa çıkar çıkmaz ya göğe çekiliyorlar ya denize koşuyorlar artık. Çok devlet. Devletin sürdüğü çocuklara kapılarını açıyorlar, gök ve deniz şimdi çocuk cenneti midir? Şimdi sonsuza dek mavi uykularını göğün ve denizin koynunda uyuyacaklar. Fakat bunların ne gereği var? O çocuklar devlet dersinde öldürüldüler. Fakir kuş ancak şunu diyebildi: “Dervişlere göre parçalanmış ölüm doğudan dönüyordur”. Ama şairler ne göğe baktılar ne suya, önlerine baktılar ve akıllarını kağıda çektiler. Kağıt bundan üşüdü, üzüldü, sarardı, içi almadı, yüreği kaldırmadı.
Oysa şairlerin ve dervişlerin yolu yazılı değildi, ancak kalple anlaşılırdı ve kalple gidilirdi. Şairler de ahali gibi saf tuttular, ellerini önlerinde, dillerini ağızlarında bağladılar. Oysa dili önde giden olmalıydı şairler, herkesten önce orada olmalı, herkesten önce söylemeliydi, daha hiçbir şey yok gibi görünürken, olmamışken, başlamamışken uyarmalıydı şair, tıpkı dervişler gibi olmalıydı. Çünkü parçalanmış ölüm doğudan dönüyordur, çünkü ölüm evleri, insanları, gençleri, kadınları, çocukları, umutları, hayatı, günleri, geceleri, düşleri, oyunları, sokakları, kitapları, kalemleri, şiirleri parçalamış olarak dönüyordur.

Şimdi akıl zamanı değil, kalp zamanı. Ölümün akıl, hayatın kalp olduğu zamanlardayız çünkü. Devlet aklını yitirmedi hayır, aklını topladı ve ne geçmişi ne geleceği değil, sadece gününü gün etmek isteyenleri kendinde topladı. Devlet bir otağ ve ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: Zulümmmm! Bir güz günü geçtik böylece birbirimizden. Kalplerimizden geçtik, yakınlığımızdan geçtik, gözlerimizden geçeli çok olmuştu, gördüklerimizden, işittiklerimizden de geçtik.
Ayrılık insanın kendine küsmesidir. Ayrılık olunca bizden gidene ya da ondan gittiğimize küsmüş gibi oluruz, küstüğümüzü sanırız. Oysa kendimize küseriz, kendimize küsmeliyiz. Bir türkünün “kaderime küstüm sana küsmedim” demesi gibi bir şeydir bu.
Dünya. Dedim ki ‘dünya’nın şiiri var Türkçede. Dünya üstüne dokunaklı ne çok şiir ve dize okudum. Hatırlayabildiklerimi cep defterime yazdım, bu arada ben de belki yazarım dedim dünyaya bakarak. Tabii en unutulmazı Melih Cevdet Anday’ın “Yeni Dünya” şiiri ve onun giriş dizeleriydi: “Dünyada geçirdim çocukluğumu/insanlardan eşya yaparlar”. Sonra düşündüm, insan niye dünya üstüne yazar? Kendisi için mi? Kendisi için de yazar dünyayı insan, dili, ülkesi için de. Dünya Lekesi kitabında Seyyidhan Kömürcü “ve dağlarına bu kadar üzgün davranan dünya”ya bir parça sitem ediyordu.
Şimdi ne denmelidir bilemiyorum. Dünya göçü mü? Dünyanın aslında bir göçmen gezegeni olduğu mu? Belki de dünya kainatın sahnesidir ve oynanan tüm oyunlar da farstır. Kaba güldürü. Ama farsın özü de zaten tragedyadır. Kadınların sokağa çıkarken ve göçe çıkarken beyaz bayrak taşıdıkları bir sahne. Düğüne gitmiyorlar, gelin karşılamaya da çıkmadılar. Gurbete beyaz bayrakla çıktığın yerdir dünya. Devlet. Gurbet.
Gülten Akın’ın bize değil, bizi bırakıp gittiği dünya. Birhan Keskin’in Gülten Akın için dediği gibi, “Ben onun yokluğuna ağlayayım, siz geri kalanlara ağlayın”. Onun “Mavi Kuş” şiirinin çok önceden gösterdiği bir dünya: “mavi kuş uzak tellerde, şehirlerimiz güç/işgal altındayız/dışa düşen hayat hayatımız/onu oralara biz atmadıksa/kimdi, kimler/.../çılgın şairleri olmalıydık/dünya/bize çılgınlık bırakmadı/hayatın ağırlığıyla ütülendik/temiz ve uslu/ne zaman kımıldasak/onlar yolumuzu kesti, aydınlandık/şehirlerimiz zor/şiirimiz hayatımız işgal altında/.../iktidar ölüme tutunduğunda/ ve zenginlik talana/tel koptu/mavi kuş şimdi uzak tellerde de görünmüyor”.

Dağların, ırmakların, insanların, hatta ölümün bile yorulduğu bu coğrafyada şimdi en güzel şiir barıştır ama “mavi kuş nerde/mavi kuş nerde?”