Kahire ve Paris’ten gelen Libya açıklamaları Türkiye’yi birden fazla ülke ile askeri çatışma sınırına getirdi. Bildiğimiz anlamda devletlerarası tam boy savaş değil, desteklenen yerel oluşumlarla yürütülen vekalet savaşı da değil, ama kısmı bir askeri çatışmaya çok yaklaşıldı. Çatışma ile kastettiğimizi örneklemek de gerekirse Çin ve Hindistan son bir ayda sınır noktalarında çatışmasını verebiliriz. Iki taraftan da onlarca asker öldü ve nizami ordu birlikleri işin içinde ama bu duruma henüz Çin-Hindistan savaşı da demiyoruz. Askeri çatışma devletlerin tam boy savaşı şu veya bu nedenle göze alamaması ancak gerilimi maksimum seviyede tutmalarının bir yansımasıdır.

Libya ve çevresinde denizde, karada ve havada sadece vekiller değil devletlerin ordu ve donanmaları burun buruna gelmiş durumda. Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fransa ile Türkiye silahlı kuvvetleri arasındaki durum artık bu seviyede tasvir edilmelidir. Bunun bir savaşa evrilmesi ülkelerin iç dinamikleri ve daha da ziyade uluslararası gelişmelerin seyrine bağlı olacaktır. Ancak bugün Ankara’ya odaklanacağız. “Türkiye neden Libya’da?” sorusuna verilen yanıtları bir kez daha tersyüz etmek zorunlu. Zira post-truth çağındayız, at izinin it izine karıştığı zamanlardayız, milyonların dünya gelişmelerini Illuminati Cemiyeti’ne bağladığı günlerdeyiz.

ORDU VE DONANMA “MAVİ VATAN” İÇİN Mİ LİBYA’DA?

Ulusalcılar ve ılımlı Islamcıların mutabakatı ile Türkiye’nin dış politika hattı, askeri güce dayanan “vatan savunmasının dış coğrafyalardan başlayacağı” tezine dayandırılmış ve Libya ve Doğu Akdeniz siyaseti de meşhur “Mavi Vatan” kavramı ile ilişkilendirilerek kamuoyundan destek devşirilmiştir.

Türkiye’nin Libya’ya asker göndermesi ile Libya doğal kaynaklarından pay edinme çabası ve Libya’daki ılımlı Islamcıların desteklenmesi arasında yani Libya’nın iki yeşili ile bir ilişki vardır ancak Türkiye’nin Doğu Akdeniz çıkarları (Münhasır Ekonomik Bölgesi) arasında ilişki yoktur. Mavi Vatan konsepti kaba ve hamasi bir iç politika malzemesi olarak kullanılmaktadır. Tane tane açalım:

Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ülkelerin kıyılarından 200 deniz mili mesafe içinde ekonomik kaynakları kullanma ayrıcalığıdır. Karasuları gibi askeri denetim sahası değildir. Mısır, Israil ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendi aralarında yaptığı MEB anlaşması Türkiye’ye karşı değildir. Münhasır Ekonomik Bölgeler ekonomik kaynakların kullanım ayrıcalığı dışında uluslararası sulardır, isteyen savaş gemisi ya da sivil gemilerin geçişine bir kısıtlama konamayacağı gibi boru hatlarının geçişi
de kısıtlanamaz. (Yani konu East-Med projesi karşısında koz kazandırmaz) Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, MEB’deki kıyı devletinin hak ve yetkilerini 56. Madde kapsamında diğer devletlerin hak ve yükümlülüklerine gereken özenin gösterilmesine de dikkat çekmiştir. Ayrıca 58. Madde kapsamında düzenleyerek, kıyıdaş devletin ilan etmiş olduğu MEB üzerinde 3. taraflara seyrüsefer serbestisi ve uçuş serbestisi ile denizaltı kabloları ve petrol boruları döşeme yetkisi bırakmıştır.

Türkiye benzer bir anlaşmayı sınırdaşları Yunanistan, Suriye ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile yaptığında ve Lübnan ve Libya’da her iki kesimle anlaştığında tüm Doğu Akdeniz ekonomik bölge paylaşımı tamamlanacaktır. Burada sorunlu iki nokta vardır: Gazze ve KKTC. Itiraz edilecek konular bu iki halkın haklarıdır.

Geniş plandan bakılınca Mısır Israil ve Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşması Türkiye’yi “çembere alıyor” vb yaklaşımlar yersiz ve anlamsızdır. Ancak konu Türkiye’de “milli” deniz sahalarımıza tecavüz eden Israil, Mısır ve Kıbrıs koalisyonuna karşı hamlelerimiz biçiminde yansıtılmakta, Libya’daki askeri varlık bu konu ile ilişkilendirilmektedir. Türkiye Atina ve Şam’la çözeceği sorunu Libya üzerinden nasıl çözecekse artık!

PETROL YEŞİLİ DAHA ÖNDE

2011 Eylül’ünde o dönem başbakan olan Erdoğan Mısır’a, ardından Libya’ya gitti. Kaddafi henüz firardaydı. Orada şunu demişti: “Bizim batılı ülkeler gibi toprak altındaki kaynaklarda gözümüz yok.” Ne hikmetse oraya gittiği uçak iş insanlarıyla doluydu. Nitekim son 1 yıldır gerçek niyet saklanmıyor da. Libya petrolünden pay almak Cumhurbaşkanı tarafından açıkça ve tekrar tekrar ifade ediliyor. Burada diğer aktörler ne kadar masumsa Türkiye de o kadar masumdur! Buna rağmen bazı aktörler her iki tarafla da iyi ilişkiler sürdürme yöntemini benimsemişken Türkiye ideolojik olarak Islamcılara daha fazla olanak tanıyan bir yönetimi, Sarrac hükümetini tercih ediyor. Yeni Osmanlıcı arzunun Ihvancılıkla birleşmiş bir versiyonunu görüyoruz.

Libya’da Sarrac’ı destekleyen ve AKP’nin yakın desteğine sahip “Hizb Al-Adala Wal-Bina” yani Libya Adalet ve Kalkınma (Inşa) partisi ve diğer siyasal Islamcıların süreçteki rolü gelecek yazılarda ele alınacak. Keza Türkiye-ABD ilişkilerinde değişim ve Libya’ya yansıması, Almanya-Fransa gerilimin Türkiye’ye sağladığı avantajlar, Suudi Arabistan ve Mısır’ın ne kadar ileri gidebileceği ve açmazları, Rusya ile ilişkilerde Libya denklemi gibi çok sayıda konuyu emperyalizm, alt-emperyalizm tartışmaları eşliğinde sırayla ele alacağız.