Yokuş Yukarı İstanbul’daki öyküleriyle yazar Sibel Öz, toplumsal konulara dikkat çekmeyi başarırken taşıdığı mesaj kadar estetik açıdan da güçlü öyküleriyle okurun farkındalığına sesleniyor. Öz’ün öykülerini ıskalamayın

‘Maziye inme mevzu derin’

NİLÜFER ALTUNKAYA

Yokuş Yukarı İstanbul, Sibel Öz’ün üçüncü öykü kitabı. Onun keskin dilini, dokunduğu konuların ‘sivri’liğini yumuşatan derin ironisini önceki öykülerinden biliyoruz zaten. Öz, İstanbul temalı öykülerini bir araya getirdiği yeni kitabında da toplumsal duyarlılıktan beslenerek bu keskin dili ve ironiyi sağlam bir kurguya yaslayabilmiş. Böylece öykü evreninin ufuklarını genişleterek, kendi üslubunu yakalayabilmiş.

Ankara katliamında yitirdiğimiz canlara adadığı öykülerini Yarısı Gümüş ve Yarısı Köpük adını verdiği iki bölümde bir araya getiriyor Sibel Öz. İlk bölüm öykülerinde Eski Beykoz’dan Gezi Parkı’na, Taksim’den Fikirtepe’ye, Tarlabaşı’ndan Gülsuyu’na İstanbul, ara sokaklarıyla, mahalleleriyle, yoksul gecekondularıyla yaşananların en eski tanığı olarak yer alıyor. Öykü kahramanları da en az İstanbul kadar tanıdık.

Günlük yaşamın renklerini, kokularını bürünmüş kahramanlar kendi komşularımız, çocukluğumuzdaki mahalle esnafımız, sokaktaki delikanlılar, kapı önlerindeki kadınlar kadar yakın. Küçük ayrıntılarla capcanlı bir hayatı soluyan kahramanlar yaratabilmiş yazar. Yaşam mücadelesi veren yoksul kesimin insanlarını aydınlık ve gerçekçi bir yaklaşımla ele alırken kurgunun sağlamlığından ödün vermemiş. Bu yüzden Kentsel Dönüşüm’den, Gezi Direnişi’ne, Suruç ve Ankara katliamlarına, Hasan Ferit’in öldürülmesine, cezaevi koşulları ve insanlık dışı işkencelere kadar oldukça geniş bir yelpazede siyasi tabanı olan olaylara dokunan bu öyküler, okurda oldukça güçlü bir etki bırakıyor:

“Bu savaşın adı kentsel dönüşümdü, İstanbul’un en eski, köklü mahallelerini dümdüz edecek, plazalarla, sitelerle, gökdelenlerle başka bir şeye dönüştürecek, yerli sakinlerini üç kuruşa savurup atacak yağmanın adıydı.” (Kar Yağsaydı, s. 45)
Öykülerin temel izleğini oluşturan yabancılaşma, elbette Marx sosyolojisiyle terimlendirirsek “üründen yabancılaşma, diğerlerinden yabancılaşma, kendinden yabancılaşma ve doğaya yabancılaşma” şeklinde ele alınabilecek yabancılaşmaların birçoğunu iç içe yaşayan kahramanların sınıfsal meselesi olarak kurgulanmış, diyebiliriz.

“Gürültü yapıyorduk yaşıyor görünmek, belki de kendimize yaşadığımızı kanıtlamak için. Oysa susuyorduk ta derinden… İstanbul’un kenarında bir kasabaydık, bizi zorla şehir yapmaya çalışıyorlardı. (…) Bizse susuyorduk… Terk edilmiş eski fabrikalar gibi, Paşabahçe Cam gibi, Beykoz Deri Kundura gibi, Tekel gibi susuyorduk. Biz zamanlar sabahları oluk oluk işçilerin aktığı ölü mahalleler, bir zamanlar neşeyle adımlanmış ıssız yollar gibi susuyorduk.” (Yatılının son Günü,s.13)

İnsanın yaşadığı yabancılaşmanın sosyal boyutlarını psikolojik boyutlarıyla birlikte öykülerinin atmosferine serpiştiren yazar, kahramanların dünyasını çok yönlü olarak sunuyor okura. Uzun betimlemelerin ve anlatımların tuzağına düşmeden kahramanın bilinçakışıyla akan ve yine sosyal bir duyarlılıktan beslenirken psikolojik göndermeleriyle de sarsıcı bir öykü olan Yokuş Yukarı Taksim kitabın güçlü öykülerinden. Çatışma öykünün atmosferinde Gezi’den kalma bir duvar yazısıyla özetlenmiş aslında: “Maziye inme mevzu derin.” Azıcık Söğüt Gölgesi adlı öyküde ise aile içi iletişimsizlik hayat mücadelesinde harcanan ömürler ve birazcık nefes almak uğruna yeni bir başlangıç yapmanın yolunu arayan Halil Usta’nın direnişi var:

“Yitip giden kelimelerin hayatımızdan çekip götürdüğü onca duygu. Yerine yoksunluk, çıldırasıya bir tüketme arzusu ve başucumuzda bekleyen yalnızlık. İnsan olmakla övünecek ne vardı? Her şey bizden daha masumdu şu hayatta. Hayvanlar, ağaçlar, otlar…” (Azıcık Söğüt Gölgesi s. 56)

Sibel Öz’ün öykülerinde dil genel olarak yalın ve akıcıyken öykünün ritmine göre bazen ironikleşiyor, bazen şiirselleşiyor:

“Uykuyla uyanıklık, akılla delilik, ölümle yaşam arasında bir yerdeyiz.” (Erik Hırsızının Günlüğüdür, s. 75)

“Bir yerde bir köpek ağlıyor. Sahiden ağlıyor. İçli içli, uzun uzun. Ben de ağlıyorum. Çaresizliğie, hayatın boyumu aşmasına, her sabah türlü kabuslardan süzerek biriktirebildiğim ufacık umut kırıntılarının daha ilk rüzgarda tarumar olmasına…” (Odamdaki Kavak Ağacı, s. 87)

Yokuş Yukarı İstanbul’daki öyküleriyle Sibel Öz, toplumsal konulara dikkat çekmeyi başarırken taşıdığı mesaj kadar estetik açıdan da güçlü öyküleriyle okurun farkındalığına sesleniyor. Bunca acı olayı anlatırken bile doğrudan suçlayıcı bir tavır geliştirmeden, taraf olurken bile nesnel duyarlılığını korumaya çalışarak yapıyor bunu üstelik. En çok da bu yüzden Sibel Öz’ün öykülerini ıskalamayın.

YOKUŞ YUKARI İSTANBUL
Sibel Öz
Notabene, 2015