Başlangıçta sadece ‘yazarın niyeti’ vardı -buna ‘yazar-merkezli dünya’ da diyebiliriz. Yapıtı anlayabilmenin yolu, yazarın niyetini anlamaktan geçiyordu. Bunun için yazarın kullandığıyla aynı dili kullanmak yeterliydi. Ama zaman değişirken dil de değişiyordu; örneğin ‘eser’ sözcüğünü bilen ama ‘yapıt’ın da bu anlama geldiğini bilmeyen okur ne yapacaktı?

Uzunca bir süre, kitapların arkasına minik bir sözlük (glossary) eklenerek bu sorun belli ölçüde giderildi. Bazı durumlardaysa editör inisiyatifi ele alıp eski sözcüklerin yeni/yeni sözcüklerin eski karşılığını sayfa altında belirtiyordu. Sonra yazar-merkezli dünya zayıfladı, ‘metnin niyeti’ ve ‘okurun niyeti’nin daha önemli olduğu bir döneme girdik. Yazar-merkezli geleneksel anlatı kültürü, çoğunlukla dinsel metinlerle sınırlı bir okuma alanına dönüşüyordu artık. Bu iyi bir gelişme olabilirdi aslında, ama ne yazık ki tek tanrılı üç dinin metinlerini anlaşılır hale getirdiği iddiasında bulunan bir ruhban sınıfının etkisini artırmaktan başka işe yaramadı.

Bu sınıfın söylemine göre, kutsal metinlerin bir dilden diğerine çevrilmesi sırasında ortaya tuhaf, bazen saçma anlamlar çıkabilirdi. Bunlar da okuyucunun dinden uzaklaşmasına, hatta tümüyle dinden çıkmasına bile yol açabilirdi, maazallah! Bu yüzden çeviriyle (meal) yetinilmemeli, özellikle din alimlerinin yorumları da (tefsir) okunmalıydı. Yani yazarla okur asla baş başa kalmamalıydı. Dinleri farklı ama kafaları ve işlevleri aynı ruhbanlardan oluşan bu sınıfın 21’inci yüzyılda hâlâ çektiğimiz çilede payları büyüktür, sağ olsunlar.

İnsanı insan olduğu için değil de onu yarattığına inandıkları bir güçten dolayı sevdiklerini sanki iyi bir şey söylüyormuş gibi her fırsatta dile getiren bu ruhban tayfa, yapıt üzerindeki çalışmalarıyla aslında yazarın yerine oynadıklarını fark etmiyorlar. Son günlerde yine gündeme getirilen Türkçe ezan, Türkçe Kuran tartışmaları da bu tanrıcılık oyununun bir başka yönünü oluşturuyor.

Kuran araştırmaları alanında önemli isimlerden Bruce Lawrence’ın 2017’de yayımlanan The Koran in English (İngilizce’de Kuran) adlı araştırmasında verdiği çok ilginç ‘politik meal’ örnekleri var. Mesela, Suudi Arabistan’da bulunan ve bu konuda en önemli kurumsal otorite sayılan Kral Fahd Kuran Basım Kompleksi’nin 1993’te yayımladığı İngilizce Kuran’da, Fatiha Suresi’nin son iki ayeti çevrilirken şu iki parantez de yer almış: “6. Bizi doğru yola ilet. / 7. Gazaba uğrayanların (mesela Yahudilerin) ve sapmışların (mesela Hıristiyanların) değil, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna…” Bariz biçimde düşmanlık barındıran parantez içi ifadeler, aynı Kuran’ın bendeki 2019 edisyonunda -yani Kral Fahd Kompleksi’nin 300 ayette değişiklik ve kesintiler yaparak İsrail için bastığı İbranice Kuran’ı yayımlamasından hemen önceki baskıda- yer almıyor. Politik oyunlar söz konusu olunca yazarın niyeti, metnin kutsallığı falan da bir yere kadarmış demek ki!* İnsani açıdan olumlu bir gelişme tabii, ama metnin tekrar ‘adam asmaca’ oyununa dönmeyeceğinin garantisi yok...

★★★

Yazarın, metnin ve okurun niyeti konularındaki çalışmalarıyla tanınan Umberto Eco, “Kitabınızı Üzülerek İade Ediyoruz” başlıklı mizahi yazısında, kitap dosyalarını inceleyip yayınevine tavsiyelerde bulunan bir editörün yazdıklarını aktarır. Editörün İncil adlı dosya için söylediklerini genel olarak bu ‘meal oyunları’na uyarlamak mümkün görünüyor: “Bu metnin ilk birkaç yüz sayfasını gerçekten de soluk soluğa okuduğumu söylemeliyim. Olaylar yerli yerinde, günümüz okurunun iyi bir öyküden bekleyeceği her şey var. Seks (zina, livata, ensest ilişkiler de içinde bol miktarda), aynı zamanda cinayet, savaş, kıyımlar ve benzer şeyler. Olanların suçunu meleklerin üzerine atan travestileriyle Sodom ve Gomore bölümü Rabelais’ye yaraşır güzellikte; Nuh öyküleri katkısız Jules Verne; Mısır’dan kaçış beni büyük bir film yapın diye bağırıyor... Diğer bir deyişle, çok iyi kurgulanmış, bol bol düğümleri olan, özgünlüklerle dolu, dinsel saygıya yeterince yer veren, asla trajediye kaçmayan gerçek bir olay yapıt. Ama okumayı sürdürdükçe, bunun gerçekte çeşitli yazarları içinde toplayan, birçok -haddinden fazla- şiirsel uzantıları, açıkça tiksindirici ve sıkıcı pasajları, anlamsız feryat ve figanı olan bir antoloji olduğunu fark ettim. Sonuç olarak, hilkat garibesi bir seçmeler kitabı. Herkes için bir şeyler içerir gibi görünüyor, ama sonunda bütün ilgiyi yitiriyor.” (Yanlış Okumalar, Çev: Mehmet H. Doğan, Can Yay., S.38-9)

Sıkıntı şu ki, kitapları iade edemiyoruz...