20 yılda 2000 yıllık tahribat yaratıldı desek yeridir. Ayder yaylasından görüntülerin paylaşılmasıyla birlikte yükselen tepkilere bakınca neden önüne geçemedik diye düşünmeden edemiyor insan. Bu haklı tepkiler bir yerler daha yok olmadan sonucu değiştirmek için yükselmeli oysa. Ayder’in kaderinin Uzungöl’ün kaderi olduğunu görmüyor olamayız. 2020 yılında RTE Ayder’e gittiğinde “eletrik almış” ve buranın Uzungöl gibi bir “turizm çekim alanı” haline geleceğini açıklamış ardı ardına da sıralayıvermişti: oteller, restoranlar, otoparklar……! Turizm’den anladıkları doğanın ortasına çok katlı ve çirkin beton yığınakları yerleştirmek.

Evet, Ayder Yaylası bir turizm çekim alanı olabilirdi. Doğal özellikleriyle, yayla yaşamıyla, ahşap yöre mimarisiyle, yiyecekleriyle, gelenekleriyle, doğa sporlarıyla, kuş gözlemciliğiyle… Kim beton kirliliği içinde yürüyüş, tırmanış yapmak ister ki, kim betonlaşma yüzünden yerinden göçen, yok olan hayvan türlerinin, doğal yaşamın hüznünü paylaşmak için yüzlerce Euro ödemek ister ki? Bunu düşman oldukları, adını bile yasaklayarak spor kulüplerinden bile silmek istedikleri Efes Pilsen markası yıllar önce başarmıştı. Bir sosyal sorumluluk projesiyle köy pansiyonculuğunu, yerelde doğa turizmini kalkındırmak için tarihi eserlerin restore edilmesi, doğal güzelliklerin turizm amacıyla görünür kılınması ve korunması, doğa sporlarının gelişmesi için tanıtım katkısı dâhil Çoruh’ta kapsamlı bir projeye imza atmıştı. Hem de bakanlıkla işbirliği içinde. Turizm için gerekli bu vizyonu bir bakanlık neden taşımaz, bu gönüllü sermayedarları neden teşvik etmez, çoğaltmaz!? Şu bizi “kıskanan” turizm gelirleri yüksek ülkelerin uygulamalarını görmeye gitseler bile gördüklerini küçümsedikleri için. Turizm deyince doluluk oranı %30 un üzerine çıkamayacak, “beş de yetmez 7 yıldızlı” ama kazanç getirmeyen her şey dahil dev oteller anladıkları için. Turist için başka ülkelerden gelip görmeye değer olan Kütahya Çavdarhisar’da bulunan tek parça heykeli çamurlu sular içine atabildikleri için. Tarihi esere çanak çömlek diyerek kazı başlatmak yerine rant projeleriyle “kentlere ihanet ettikleri” için. Daha saymaya gerek var mı?

"Ayder'imizin” demiş bakan Kurum! “Güzelliğini bozan yapıları kaldırıyoruz. Yöresel mimariye uygun bir tesis yaparak hepsini aynı çatı altında topluyoruz.” Yörenin güzelliği bakir doğası. Bunu korumak bakanlığın görevi. “Güzelliği bozan” yapılara ruhsat vermez, beton olanlara yıkım kararı alırsın, turizm teşvik için iki kat ve ahşap yöresel mimari kısıtı getirir bölgeyi sit alanı olarak korursun, turizmi teşvik için tanıtım ve yerel halka teşvik bütçesi tanımlarsın. Yok onlar 17 bin 478 metrekare alanın “sadece” 3 bin 863 metrekarelik kısmına “dev beton tesis” yapıyorlarmış. Geri kalan 13 bin 615 metrekare yeşil alan olacakmış! Zaten yeşil olan alanda doğayı tahrip etmenin, doğal ve kültürel yapıya aykırı rant projesiyle talanın bu süslü tarifine harcadıkları eforu sahiden bölge turizmi için harcasalar bölgede son yıllarda her biri öncekinden şiddetli doğal afetler de yaşanmayacak.

Uzungöl, Ayder, Kuzey Ormanları, Hasankeyf, Salda, Çeşme Yarımada… Liste uzun. Meselenin değişmesi gereken bir sistem, ideolojik bir tutum olduğunu anlamak gerek. Ayder yaylasındaki gibi doğa harikası, cennet köşesi İsviçre kanton köylerinden, İtalya ve Avusturya Alp’lerinde dağ köylerinden neredeyse asfalt yol bile geçmediğini görünce bunu geri kalmışlık, vizyonsuzluk zanneden cehalete ne anlatabiliriz? Antalya’da güzelim sahile yaptıkları “titaniklerin” batışından da tecrübe kaydetmeyip aynı ihaneti Efes Selçuk’tan başlayıp Karaburun, Çeşme, Seferihisar’dan Urla’ya uzanan Yarımada’ya taşımak isteyenleri durdurmak için sivil toplumla ve halkla birlikte her türlü hukuk mücadelesini vermek zorundayız. İş işten geçince infial ve hayıflanma bize kaybettiğimiz toprakları, ormanları geri getirmiyor. Cerattepe, İkizdere’de yılmadan mücadele eden halkın sesine kulak tıkayanlar afetlerin önünü alamıyor. Çeşme projesi için Danıştay’ın durdurma kararına rağmen helikopterlerle Katarlılara arazı gösteren zihniyetin karşısında olduğumuz, ülkemizin her köşesinde yerel halktan, çiftçiden, kurttan, kuştan yana olduğumuz bilinsin.

20 Aralık günü gazetemizde iktidarın ‘Yeşil alan kazandırıyoruz’ dediği millet bahçeleri için halkın yıllardır kullandığı parklar ve ormanlık alanların seçilerek dönüştürüldüğü haberi yer aldı. İsmail Arı’nın haberi belgelerle çok çarpıcı veriler aktarıyor. Var olan yeşil alanlara, daha önce açılan parklara milyonlar harcanıyor, millet bahçesi tabelasıyla yeniden açılıyor. Doğa, kent köy tanımadan AKP’li belediyelerin rant projeleri için hedef alınıyor. “Millet Bahçesi” projeleri için TOKİ devreye alınıyor, ormanlık alanlarda ağaçlar kesiliyor. Mevcut parklarda yeşil alana binalar dikiliyor. Bu da “millete hizmet” olarak anlatılıyor.

Tam aksi bir sosyal belediyecilik örneğinden bahsetmek isterim. Antalya’da Konyaaltı Belediye Başkanımız Semih Esen kent merkezinde sık ağaçlarıyla minik bir orman sayılabilecek alanda harikalar yaratmış. Hafta sonları yakılan mangallarla yangın tehlikesini önleyerek doğayla buluşmaya gelen halka bir Yaşam Parkı sunmuş. Mangalcılardan geri kalan çöplerle ve bakımsızlığıyla atıl ve verimsiz bir doğal alanı çocuklar, gençler, yaşlılar, sporcular için kafeler, parklar ve spor alanlarıyla farklı ihtiyaçları karşılayacak şekilde düzenleyerek kazandırmış. Üstelik beni en çok şaşırtan genellikle pek çirkin, cam ve beton belediye binaları yerine tek katlı ahşap binalarla başka bir güzellik katmış. Her kentte aynı ve sıradan “kent mobilyalarıyla” yandaş zengin etmek yerine ağaç dallarından geyikler, keçiler heykel olmuşlar parkta. Çocukluğumda kova, kürekle gitmeyi sevdiğim ve kumlar arasında bir define arar gibi mercimek taşı arayışına gömüldüğüm kum havuzu da varmış bir köşede. Yanımdan annesinin elini tutmuş geçen küçük kızdan öğrendim. Hem uygun fiyatla bu kadar taze ve lezzetli belediye kafesi de görmedim desem yeri. Çıtır çıtır taze ekmeğiyle, doğal ürünleriyle güneşli Pazar günü kahvaltı eden mutlu kalabalığı görünce inancım ve umudum tazelendi. Ağaçların altında yemyeşil bakımlı çimleriyle orada yaşasam her gün gitmek isteyeceğim bir park görmenin mutluluğuyla döndüm.

Değişim yerelden başlayacak diyoruz ya. Doğayı ağaç keserek beton zeminde askeri nizam masalarla dolu devasa “millet bahçelerine” dönüştürmek değil de halkı mutlu eden kent kültürüne, estetiğine uyumlu mekânlarda buluşturmak mümkün. Bu anlayış bir parktan ülke ekonomisine uzanan nefeslenme için şimdilik yerel yönetimlerde farkı ortaya koyuyor. Devamı için toprağı, ormanı için direnenlerin ve “yeter” diyenlerin kararlılığıyla gelecek. Çünkü kötülüğe, çirkinliğe, yoksulluğa, baskıya, şiddete, açlığa mecbur değiliz.