Bugün yıldönümünde bulunduğumuz Dersim kırımının, en üst seviyede karar altına alındığı ilk resmi beyanının meşruiyet çerçevesi medeniyet söylemine dayanıyordu. Askeri harekâtın başından sonuna dönemin basını bu büyük kırımı Dersim’e ‘medeniyet götürmek’ olarak işlemişti.

‘Medeniyet’ getirmek!

Sanırım bomba ve medeniyet sözcükleri çok kişinin kafasında kolaylıkla bir araya gelemez ya da getirilemez. Birinde doğrudan şiddet, diğerinde büyük ölçüde saygı ve tanıma esaslı davranış örüntüleri saklıdır. Zira medeniyet kentliliktir ve anlamını Arapça ‘şehir’ demek olan Medine’den alır. Ne var ki modern zamanlar ve özellikle yakın toplumsal tarih tam da bu iki sözcüğün kendine özgü buluşmasına işaret eden medeniyeti bombalarla getirme pratikleriyle yüklüdür.

Türk modernleşmesinin anahtar kelimesi de medeniyet idi. Medeni milletlerin seviyesine çıkma ve medeni dünyaya dâhil olma gibi söylemler politik aktörlerin konuşmalarında daima ilk sırayı alıyordu. Bu bağlamda demiryolu, okul, tünel yapmak da, geleneksel kültürleri ve taşıyıcılarını kesmek de ‘medeniyet’ olarak tarif ediliyordu. Büyük kitlesel kırımların, medeniyet götürmek olarak nitelenmesi de bu yaklaşım içinde anlaşılabilirdi.

Bugün yıldönümünde bulunduğumuz Dersim kırımının, en üst seviyede karar altına alındığı ilk resmi beyanının meşruiyet çerçevesi de medeniyet söylemine dayanıyordu. 4 Mayıs 1937’de Atatürk ve Mareşal Fevzi Cakmak’ın huzurlarında Tunceli’den gelen raporlar tetkik ve mütalaa edilerek Dersim’e askeri taarruz kararı alınmıştı. Buna göre yasak ilan edilen bölge boşaltılacak, sadece taarruz hareketiyle yetinilmeyecek, silah kullananlar yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirilecek, köyler kamilen tahrip edilecek ve kalan nüfus uzaklaştırılacaktı. Bunun için Malatya ve Ankara’dan gönderilen kuvvetlerin yanısıra, Diyarbakır’dan gelecek taburun tavzifi ile 12 Mayıs 1937 de ileri harekâta başlanacaktı. Kararda paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmanın önemi de vurgulanmıştı. Gazetelere göre bu kararla Dersim’e 21 bin asker gönderilmişti. 1938’de ise çok daha büyük bir harekât kararı alınmıştı. Dolayısıyla asker sayısı da daha fazlaydı. Cumhurbaşkanı’nın imzaladığı 9 Haziran 1938 tarihli kararnameye göre, Dersim’e gönderilen askeri birlikler ‘özel bir görev’ yapacaklardı ve bu nedenle özel ilgi gösterilmesi istenmişti.

Resmi verilere göre bütün bu karar ve uygulamaların sonunda 1937/38’de Dersim’de 13 bin 806 kişi öldürülmüş ve 11 bin 683 kişi sürgüne gönderilmişti. Gerçekte sayılar bunun çok üzerindeydi. Dersim coğrafyasında 134 köy haritadan silinmişti. Tunceli Valisi N. Sahir Sılan, 20 bin kişinin ülkenin batısındaki köylerde iskân edildiğini yazmıştı. Yine resmi nüfus sayımlarındaki verilere göre yaklaşık 20 bin kişi öldürülmüştü. Bu coğrafyanın 1935 yılı köy sayısına ulaşması ancak 1960’lı yıllarda mümkün olacaktı.

MEŞRULAŞTIRMANIN DİLİ: ‘MEDENİYET’

Dönemin basını bu büyük kırımı Dersim’e ‘medeniyet götürmek’ olarak işlemişti. ‘Medeniyet’ bu süreçte o kadar yaygın kullanılan bir söylemdi ki, adeta bu kırımın Dersimlilerin hayrına olduğu kanaati inşa edilmişti. Yunus Nadi’nin 17 Haziran 1937 tarihli Cumhuriyet’te yer alan yazısının başlığı “Tunceli Vilayetimizin Islahı ve Medenilestirilmesi” idi. Şöyle yazmıştı: “Yekpare Türk vatanında küçük bir leke olan orasının, adı gibi adet ve ananeleri de tarihe gömülerek o yalçın dağlardan halkı elinin emeğiyle gül gibi yaşıyan bir vatan parçası çıkarılacak ve böylelikle Türk ülkesi baştanbaşa yekpare ve medeni bir ülke haline getirilmiş bulunacaktır.”

Kurun Gazetesi 8 Temmuz 1937’de Dersim harekâtını temdin yani medenileşme olarak nitelemiş; “Tarihin en büyük inkılâbını yapan Türkiye bugün başka bir cepheden o inkılâp kadar mühim bir iş yapıyor. Dersim’e medeniyet ve kültür sokuyor” diye yazmıştı. Dönemin tüm gazeteleri bu askeri müdahaleler ile Dersim’in “cahil, dağlı, aç ve çıplak halkına medeniyet götürüldüğünü” yazmışlardı. Bu genel tutumun parçası olarak gazetelerde Dersim’in kültürel gelenekleri üzerine dizi yazılar yayınlanmıştı. “Dersim’linin Eski Adetleri”, “Dersim’li Çocuk Nasıl Büyür”, “Dersim’li Türk Neye İnanır”, “Dersim’li Genç Nasıl Evlenir”, “Eski Dersim’de Üfürükçüler Halkı Nasıl Aldatıp Soyarlardı” gibi yazılar dikkat çekmişti.

17 Kasım 1937’de Pertek’te Singeç köprüsünün açılışı bu dil, söylem ve politikanın en önemli adımıydı. Köprü, bölgeye getirilen medeniyetin ilk adımı ve bu yöndeki en büyük imar hareketi olarak resmi söylemde yer almıştı. Köprünün, Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamının hemen ardından açılması ve açılışa bizzat Atatürk’ün katılması da, katliamı medenileşme politikası içinde sunan politik tercihe uygun bir detaydı.

Dersim’de askeri harekâtın başından sonuna kadar içinde olan gazeteci, milletvekili ve belli ki başka görevleri de olan Naşit Hakkı Uluğ’un 1939 yılında yayımlanan kitabının adı da bu politik eğilime uygun olarak Tunceli Medeniyete Açılıyor idi. Dersim’de büyük kırım tamamlanmış, geleneği kesilmiş ve adına ‘medeniyet’ denilen yola açılmıştı.

Bütün bu medeniyet söyleminin örttüğü kırımın görevlileri içinde, ilgi çekici gruplardan birisi tayyareciler idi. Onlar Dersim’e bomba atarak bölgeyi ‘medenileştireceklerdi’. Ahmet Emin Yalman, 22 Haziran 1937 tarihli Tan Gazetesi’nde, “Kemal kuşları geliyor! Hava Kuvvetleri Tunceli’ne varınca böyle bağrışıldı” diye yazmıştı.

O dönem Dersim’i bombalamakla görevli tayyarecilerden birisi Refik Ali Akyol idi. Akyol, tecrübeli bir tayyareciydi çünkü 1930 yılında ‘Ağrı isyanını bastırmak için’ görevlendirilmişti. Hatıratına göre ‘oralarda tek bir canlı bırakmamak kaydıyla’ 50’şer kiloluk bombalar atmış ve çadırların nasıl yandığını izlemişti. Akyol aynı yıl Genelkurmay Başkanı’nın emriyle Pülümür köylerini bombaladıklarını ve bu iş için 45 gün Erzincan’da kaldıklarını da yazmıştı.

Refik Ali Akyol, 1937’de bu kez Dersim’i bombalamakla görevliydi. Aldıkları emir üzerine 30 Nisan 1937’de aralarında Sabiha Gökçen’in de bulunduğu on tayyare ile Eskişehir’den Kayseri’ye havalandıklarını ve Kayseri’den Elazığ’a da 1 Mayıs Pazar günü sabahı kalabalık bir zevat tarafından uğurlandıklarını yazmıştı. Sabiha Gökçen’in ekip içinde olması nedeniyle bütün dikkatler ekip üzerindeydi. Elazığ’a indiklerinde kendileri muhacirler için yaptırılmış ve bir kısmı ayrılmış olan evlerde kalmış ve Sabiha Gökçen ise Vali Abdullah Paşa’nın evinde misafir edilmişti.

Hatıratta yazdığına göre 105 gün süren bu görev “yorucu ve yıpratıcı geçmekle beraber ayrı bir heyecan ve zevk vermişti” Akyol’a. Deneyimleri de ilginçti. Mesela Seyit Rıza’nın evini tespit için giden uçaklardan birisinin bomba attığını, ancak bombanın patlamadığını, bunun üzerine bombayı eline alıp atan Seyit Rıza’nın kendi çevresindekilere, “bakın bunların bombası bize sökmez” diyerek seyitliğini ispatlamaya çalıştığını yazmıştı. Akyol’un aktardığı hatıralardan birisi de Sabiha Gökçen’e ilişkindi. Gökçen, iki uçakla birlikte havadayken aniden inişe geçmiş ve indikten sonra tedirginlik içinde “rasıdım vuruldu” diye bağırmıştı. Yaralı uçaktan çıkarılmış ve kurtarılmıştı. Akyol’un aktardığına göre uçak havadayken Dersimlilerden biri mavzerle ateş ederek Gökçen’in uçağını vurmuş, önce uçaktaki makinalı tüfeğin çelik gövdesine isabet eden kurşun oradan rasıdın bileğini delerek geçmişti.

Sabiha Gökçen de Birinci Tayyare Alayı İkinci Bölük içinde Dersim harekâtına katılmış ve verilen emir doğrultusunda yöreyi bombalamıştı. Gökçen, Dersim harekâtı sırasında gösterdiği başarılardan dolayı dönemin Türk Hava Kurumu Başkanı Fuat Bulca tarafından murahhas madalyası ile onurlandırılmıştı. Kendisi Milliyet Gazetesi’nin 25 Kasım 1956 tarihli sayısında Halit Kıvanç’a verdiği röportajda bu süreci şöyle anlatmıştı:

“O zaman Diyarbakır Hava Alay Kumandanı olan Fevzi Uçaner, bizi toplayıp vazife vermiş ve ‘tabancalarımızı unutmayalım’ demişti. Ben de Ata’nın verdiği tabancayı şöyle bir yokladım. Hiç lüzumu olmayacağı hissi vardı içimde. Kumandan bu arazide her zaman ‘mecburi iniş’ tehlikesi mevcut olduğunu sözlerine ilave ediyordu. Ayrıca ‘canlı ne görürseniz ateş edin’ emri almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk.”

‘Dersim’i medenileştirme’ görevini böylece yerine getirdikten sonra Sabiha Gökçen, 30 Eylül 1937 tarihli Cumhuriyet Gazetesi haberine göre, Dersim’in kanaat önderi Seyit Rıza’yı görmek için Elazığ Cezaevi’ne de gitmişti. Habere göre Seyit Rıza, kendisini görmeye gelen kişinin Dersim’i bombalayan Sabiha Gökçen olduğunu, Gökçen ayrıldıktan sonra öğrenmiş; yeniden görüşme isteği sorulduğunda “Bunun bir kadına karşı nezaketsizlik olacağını” söylemişti. Bu da bütün bu medeniyet tartışmalarında ilginç bir detay olarak yer almıştı.

‘MEDENİLEŞTİRİCİ’ DİĞER KAMU GÖREVLİLERİ

Dersim’in medenileştirilmesi söyleminde başka bazı kamu görevlilerinin ifadeleri de doğrudan ya da dolaylı kaynaklarda yer almıştı. Bu dolaylı kaynaklardan birisi Necip Fazıl Kısakürek’in Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabına girmiş anlatılardı. Onlardan birisi Said-i Nursi’nin talebesi olan ve 1938’de Dersim’de görevli Albay İbrahim Hulusi Yahyagil’e aitti. O da “canlı bir şey bırakmayın” diye kendilerine emir verildiğini ifade etmişti. Bir örnek de Emekli Yüzbaşı Erol Erşenkal’in ifadeleriydi. Erşenkal, bir gün Sivas’ta hastanede yatan bir binbaşı arkadaşını ziyaret ettiğini, arkadaşının; “Dersim isyanı hakkında ne biliyorsun” diye sorduğunu belirterek, şunları yazmıştı: “Ben de bir şey bilmediğim söyledim. Bunun üzerine anlatmaya başladı. Meselenin bir isyan olmadığını, bir namus meselesi üzerine çıktığını söyledi. Bir sarkıntılık neticesi aşiret ileri gelenlerinin askerlere hücum etmesi üzerine, hadiselerin başladığını ve büyük çatışmalara döndü.”

Dersim’de bir başka medenileştirici kamu görevlisi de Emekli Albay Ahmet Cemil Akıncı’dır. Albay Akıncı, 1938’de görevli gönderildiği Dersim’de yaşadıklarını yazmış ve çarpıcı detaylara yer vermişti. “İki ay boyunca seyyar Jandarma Alayı ile dolaştık durduk. Garip bir ülkeydi arama tarama yaptığımız bölge. Kuzeyi Munzur dağlarıyla kesiliyordu. Diğer yönlerini Fırat sarmıştı… Bu süre içerisinde devlet hükümranlığı tesis olunuyor, milli birlik ve beraberlik uğruna azımsanmayacak çapta para, can, kan akıtılıyordu” diye yazan Akıncı, “askerinin burnu bile kanamadan döndüklerini” belirtmişti: “1938 yılı Eylül ayıydı. Dönüyoruz artık. Aylar süren bir maceradan hayvan ve askerlerimin burnu kanamadan, dönüşün sevinciydi.”

Son olarak Mareşal Fevzi Çakmak’la konuşmalarını, harekâtın muhasebesini aktardığını ve kendisinin ayrıntılı sorulardan sonra “aferin” dediğini aktarmıştı. Akıncı’nın yazdıklarındaki bu detaylar Dersim’e götürülen medeniyeti anlamak için oldukça anlamlıydı: “Azımsanmayacak çapta can ve kan akmış ama kendisinin, askerlerinin ve hayvanlarının burnu bile kanamamıştı.”

DERSİM ÜZERİNE KONUŞMA(MA)K

‘Dersim’i medenileştirme’ söyleminin en üst seviyeden ve en yaygın/yoğun şekilde tedavüle sokulmasına karşın, bu medenileştirmenin gerçekte ne olduğu konusunda söz söyleyen çok az kamu görevlisi vardır. Bu suskunluğun nedenleri aslında kendi başına bir araştırma konusudur.

Dersim’e dair suskunluğun içinde ifşanın iki örneğini vererek tamamlayalım. Suskunluğun sesi olarak okuyabileceğimiz örnek Muhsin Batur’a aittir. Anılarının giriş bölümünde, henüz çok genç askeri okul mezunu olarak Kayseri’deki 19. Piyade Alayı’na ve oradan da Dersim’e gidişini anlatır: “Günlerden bir gün Alayımıza emir geldi... Tren yolu ile Elazığ’a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.”

Batur, bu özel görevin neler içerdiğini yazmasa da diğer anlatılarla birlikte okunduğunda anlaşılır hale geliyor. Nitekim Batur da bu özel görevin Elazığ bölgesinde büyük bir manevra ve resmi geçit ile bittiğini, subaylara ve kendilerine Atatürk imzalı birer madalya dağıtıldığını, Mareşal Fevzi Çakmak’ın bu manevrayı izlediğini ve çok beğendiğini belirtir.

Batur’un sessiz sözüne karşın dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in ifadeleri bir sırrın ifşası gibidir. Çağlayangil’in “Yediden yetmişe Dersim Kürtlerini kestiler, kanlı bir harekât oldu” sözü bugüne kadar Dersim kırımına dair kamu yöneticileri içinde dile getirilmiş en açık itiraf olarak kayıtlara geçti. Medeniyet örtüsünün kifayetsizliği bu ifşa ile iyice ortaya çıktı. Modern medeniyet anlatılarının ne çok şeyi örttüğü de. Dolayısıyla tarihle yüzleşme önce bu medeniyet örtüsünün kenarından değil, toptan bir kenara konulmasını gerektiriyor. O zaman bütün bu coğrafyanın maruz bırakıldığı gerçekliği en yalın haliyle görmek mümkün olabilecek.