Bugün Adalet Kurultayı’nda medyada adalet ve demokrasiyi konuşuyoruz. Adaleti haktan ayrı düşünmek, sadece hukukla ve yasalarla sınırlı saymak doğru değil. Ancak herkes hakkı olanı aldığında adalet sağlanmış oluyor. Haber almak halkın hakkı, alabildiğini söylemekse mümkün değil.

Adaletin genel olarak sağlanmadığı, toplumsal adaletin olmadığı yerlerde, tek tek alanlarda adalet olmuyor.

Toplumsal adalet dediğimiz şeyin, ekonomik temelden başlayarak pek çok boyutu var. Ekonomik eşitsizliklerin, yok edilemiyorsa bile asgariye indirildiği; fırsat eşitliğinin mutlaka sağlandığı; her vatandaşın eğitimden sağlığa ve barınmaya kadar en temel haklarında insana yakışır bir standardı yakaladığı koşullarda toplumsal adaletten söz edebiliriz.

Medyanın, adalete ve demokrasiye katkı sunan bir kurum olabilmesi bu koşullardan bağımsız değil. Yine de, bu üç kavram arasındaki ilişki söz konusu olduğunda toplumsal adaletin politik boyutuna özel bir vurgu gerekir. Bu üç kavram arasında pozitif ve birbirini tam anlamıyla besleyen bir ilişki için toplumda azami bir temel özgürlükler sistemi olması gerekiyor.

Bu temel özgürlükler; ifade ve toplantı özgürlüğünü, vicdan ve düşünce özgürlüğünü, keyfi tutuklanma ve alıkonmadan yasalarca korunma hakkını kapsamalı.

Medya, adalet ve demokrasi ilişkisini bunların olmadığı ve bunlardan hızla uzaklaşılan bir Türkiye’de tartışıyoruz.

Geçerliliği medya pratikleri tarafından doğrulanmayan liberal-çoğulcu kuramlar, medya ve demokrasi ilişkisini şöyle kuruyorlar: Demokrasi ancak doğru bilgilendirilmiş ve eleştirel olabilen vatandaşların doğru tercihleriyle var olabilir, sürdürülebilir. Günümüz dünyasında vatandaşları doğru bilgilendirecek olan medyadır!

Medya bunun tam tersini yapmaya başladığı zaman; yani insanları doğru bilgilendirmek bir yana, yalan bombardımanına tabi tuttuğu zaman, ne adalete ne de demokrasiye katkısı olur.

Amerika’nın kurucu babalarından ve bağımsızlık bildirgesinin yazarlarından Thomas Jefferson, daha 1800’lerde; “Hiçbir şey okumayan biri, hiçbir şey okumayıp sadece gazete okuyan birinden daha eğitimlidir” demişti. Günümüz medyasını görse kim bilir daha neler derdi!

1980’lerden bu yana, enformasyon üretimi ve kitap, sinema, müzik gibi kültürel üretimin diğer alanları bir avuç dev holdingin kontrolünde. O dev holdingler ahtapotun kolları gibi dünyayı sardılar ve bir yandan enerjiden madenciliğe, finanstan ticarete, otomotivden silah ve savaş sanayine kadar ekonominin her alanında at oynatırken aynı zamanda medyaya da sahipler. Enformasyonu üretip dağıtan da onlar.

Dünyanın medya alanında düşünüp yazanlarının ne zamandır sordukları soru şu: Eğer bilgiyi üretenler ve dağıtanlar ekonominin her alanında at oynatan kâr amaçlı dev holdinglerse onların sağladığı bilgiye nasıl güveniriz?

Medya sahipliğinin Türkiye’ye özgü olmayan bu küresel niteliği son birkaç yılda Türkiye’nin dönüşümü ile birlikte ve rejim değişikliğine paralel olarak, “bize özgü” bir nitelik de kazandı!

Türkiye’de, medya artık yalnızca holding çıkarlarının peşindeki bir yapı tarafından değil, bu niteliğine bir siyasal parti ve ideolojisi ile bütünleşmeyi de eklemiş bir sahiplik tarafından kontrol ediliyor.

Örnek çok; ama “bize özgü” durumu açıklamak açısından şu en iyisi: Yakın zamanda Star, Akşam ve Güneş gazeteleri ile 24 ve 360 televizyonlarını bünyesinde bulunduran grup satıldı. Eski sahibi, medyaya giriş nedenini Tayyip Erdoğan’ı ve başlattığı hareketi savunmak olarak açıklamış ve “Anam, babam, çocuklarım ona feda” demişti. Bunları feda eden medyasını feda etmez mi? Şimdi bu grubu alan da, Erdoğan’dan önce cezaevine girerek onu rahat ettirecek koşulları hazırlayan kişi!

Demokrasi ve adalet ancak hakikat üzerine inşa edilebilir, böyle bir sahiplik yapısı ise hakikat değil propaganda peşindedir.

Balzac romanlarından birinde, “Gazeteler insanlara düşüncelerinin gölgelerini satan dükkânlardır” demişti. Keşke! Artık bizde medya bir tek insanın düşüncesini satan dükkâna dönüştü!