Seçimlere az bir süre kala anaakım medya, gerçekleri çarpıtıyor, ötekileştirici bir dil kullanıyor. BirGün’ün sorularını yanıtlayan Prof. Dr. İnceoğlu, “Medya kötü bir sınav veriyor” diyor

Medya kötü bir sınav veriyor!

UĞUR ŞAHİN ugursahin@birgun.net @uugurs

24 Haziran seçimlerine az bir süre kala, anaakım medya, iktidara yaranabilmek için taraflı haberciliğe tam gaz devam ediyor, gerçekleri çarpıtıyor. Tüm bunların yanında medyadaki hedef gösterme ve kutuplaştırıcı dilden de ödün vermiyor. Bunun son örneği ise Ahmet Hakan’ın yazısından sonra gözaltına alınan Barış Atay oldu. Tabloyu BirGün’e yorumlayan akademisyen Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, “Medya kötü bir sınav veriyor. Her şeyden önce ülkemizin içinde bulunduğu siyasal kültür ortamı yapılan siyasette belirleyici olmakta; çatışmacı, merkeziyetçi, farklılıklara tahammülsüz bir atmosferde siyaset yapılmakta. Medya da bundan nasibini alıyor” diyor.

»24 Haziran sürecine doğru gidilirken, medyada kutuplaştırıcı ve ötekileştirici bir dil hâkim. Siz bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya kötü bir sınav veriyor. Siyasal partiler demokrasinin olmazsa olmaz aktörleri ve siyasal katılımı sağlamakla görevliler. Siyasal yaşamda yaşanan kutuplaşma referandum sürecinde arttı, medya da bu gerginliğe katkı sağladı. Medyanın demokratik yükümlülükleri arasında; siyasal partilere seçme desteği almak için görüş bildirme fırsatı verme, alternatifler hakkında bilgilendirici olmak, farklı görüşlere adilce yer vermek vardır. Bu yükümlülükleri yerine getirmediği gibi manipülatif bir biçimde rol aldığına da tanıklık ettik bu dönemde. Unutmamak gerekir ki gazetecinin birincil görevi din, dil, ırk, sınır gözetmeksizin haberi aktarmaktır.

Bu ortamda barış gazeteciliğine ve hak odaklı haberciliğe her zamankinden fazla gereksinim var. Hak odaklı habercilik, haberin oluşma sürecinde yurttaşlara söz hakkı tanıyarak, kamusal tartışma ortamının, kamusal yaşamın harekete geçmesini sağlar. İnsanların, kamusal yaşama katılıp katılmadıklarını, ihtiyaç duyulduğunda tartışmanın yapılıp yapılmadığını, siyasetin gereken ilgiyi üstüne çekip çekmediğini ve toplumun sorunlarıyla uğraşıp uğraşmadığını sorgular, bunlara yanıtlar arar. Ele aldığı konuları arasında yalnız karmaşa, felaketler değil, iyi haberler ve görüş birliği de yer alır. Gazeteci insan hakları, demokrasi, çok seslilik, farklılıklara saygıyı savunmalı, lider odaklı değil, insan odaklı haber yapmalı, yeni çatışmaları doğuracak, kaynağı belirsiz spekülatif haberler yapmaktan kaçınmalı, olayın sadece görünen değil görünmeyen taraflarının sesine yer vermeli ve bu ve benzeri olayların normalleşmesine, olağan algılanmasına engel olacak bir şekilde haberi aktarmalıdır. Özetle “iyi gazetecilik” yapmalıdır.

»Bir nevi tüm bunlar yapılırken nefret söylemine de sıkça başvuruluyor.
Siyasi kutuplaşmanın had noktada olduğu bu ortamda en tehlikeli olanın nefret söylemi olduğunu düşünüyorum.

“Devletin ideolojik aygıtı olan medyanın, kendi gündemini yaratırken, hem örtük hem açık biçimde ırkçılık, etnik ön yargı, zenofobi, antisemitizm gibi kavramlar üzerinden nefreti yeniden ürettiğini ya da pompaladığını biliyoruz. Medya olumsuz, alaycı ifadeler, küfür, hakaret, aşağılama, abartı taktiklerine başvurarak “öteki” leştirdiği ve “hedef” haline getirdiği grupları kamu güvenliğini tehdit edici “potansiyel risk ve tehdit saçan öcüler” gibi sunarak, toplumdaki “öteki” gruplara karşı beslenen ön yargıları pekiştirir ve bu grupların kendilerini korumasız ve savunmasız hissetmelerine yol açar.

Medyada önyargılı, provokatif, ırkçı ve ayrımcı dil sıklıkla kullanılırken, bir yandan, kişinin belirli bir gruba aidiyeti yüzünden küçük düşürülmesi, aşağılanması, hedef gösterilmesi, diğer yandan, nefret söylemi üreten gruba güç ve önem atfedilmesine de tanıklık ediyoruz böylelikle “öteki” leri değersizleştirme ve insani değerlerden uzaklaştırarak itibarsızlaştır-ma sürecine müdahil oluyorlar. Medya ırkçı bir nefret söylemiyle zaman zaman ‘öteki’ne karşı olan eylemleri kışkırtır. Bu nefret toplumsal anlamda linçin ve ayrışmanın yaşandığı patlamalarla kendini gösteriyor.”


medya-kotu-bir-sinav-veriyor-465585-1.

Sosyal medyanın hızlı yayılım, etkileşimsellik, hiper-metinsellik vs. gibi özellikleri yüzünden, önyargı ve olumsuz kalıp yargılardan kaynaklanan nefret söylemleri yalnız nefretin sıradanlaşmasına, normalleşmesine ve kanıksanmasına yol açmaz, aynı zamanda “dijital şiddet” denen olguyu da körükler. Sosyal medyada çok daha kolay ve yaygın üretilen milliyetçi ve ırkçı nefret söylemin dışa vurumu, bireysel değil kolektif bir olgu biçiminde tezahür etmektedir; kendisinden farklı olana – “öteki”ne- yönelik tahammülsüzlük, genellikle “taraftarlık” ruhuyla hareket edilen bir süreçte her zaman çok sistematik, planlı ve programlı bir biçimde işlememekle beraber zaman zaman adeta bir linç kampanyasına dönüşebilir.

Böylelikle yalnız demokrasinin ön koşullarından biri olan çoğulcu ve katılımcı kamusal tartışmalar engellenmiş oluyor.

»Özellikle iktidara yakın gazeteler, gerçekleri çarpıtıyor. Halk yanlış bilgiyle sandığa gidiyor. Buna ilişkin bir yorumunuz var mı?
Medya, en büyük sorumluluğunun kamunun bilme hakkına karşı olduğunu askıya alarak, kamunun vicdanı ve sesi olma görevini yerine getirmemiş oluyor. Aksine yaşananları ya gizlemeye çalışıyor ya da eksik ve çarpıtılmış olarak veriyor.

İletişim özgürlüğünden bahsetmek için hak ve sorumlulukların bir arada var olması gerekir. Etik ilkelerden “zararı asgariye indirmek” ilkesi, gazetecinin haberini yazarken herhangi bir zarara yol açar mı sorusunu kendine sormasını gerektirir. Bırakın medya etiğine uygunluğu, temel gazetecilik kurallarından biri olan nesnellik veya eşit uzaklıkta durma ilkesi bile ihlal ediliyor. Hakkında haber yapılan kişilerin görüşleri bile sorulmuyor. Bu tutum, yalnız insanları sessizleştirmek ve yalnızlığa sevk etmekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal barış ve adaleti de zedeliyor.

Gazetecilerin kamuya karşı olan sorumlulukları, her türlü başka sorumluluktan, özellikle de işverenleri ve kamu yetkililerine karşı sorumluluklarından önce gelir. Bu bağlamda medyanın sivil toplum dinamiklerinin gelişimine ve toplumda yatay iletişimi gerçekleştirmeye yönelik olarak üstleneceği en önemli rol, “iktidarların resmî ideolojisine” alet olmamaktır.

»Yine 24 Haziran’a kısa bir süre kala, medyada hedef gösterme konusunun son örneği Barış Atay oldu. Sonrası malum. Medya bir hedef gösterme aracı mıdır da yazarlar köşelerinden bunları yapabiliyor ve cezasız kalıyor?
Hesap sorma hakkı ve talebi en temel yurttaşlık hakkı. Bu hakkın kutuplaşmayı artıracağına dair inanç veya endişe susma ve kabullenme eğilimine yol açıyor ki bu da ifade özgürlüğünü kısıtlamış oluyor.

Kutuplaşma yeni değil Türkiye’de, Barış Atay’ın attığı bu tweet’in var olan kutuplaşmaya katkı payının Ahmet Hakan’ın yazısı ve sonra gelişen olaylardan çok daha az olduğunu gösterdi. Yılların deneyimli gazetecisinin her kim için ve her kime hitap ederse etsin “haddini bildiriniz” demesi, “ilkel zihniyet” olarak yaftalaması son derece tehlikeli, hedef göstermiş oluyorsunuz, bu hedef gösterme bir tür ihbar olarak kabul ediliyor ve bu tablo ile karşılaşıyorsunuz. “Haddini bildiriniz” potansiyel bir şiddet eylemini kışkırtan ve onaylayan bir ifade biçimidir. Ayrıca atılan tweet ile ilgili olarak AİHM’nin Handyside kararını hatırlatmakta fayda var zira Atay’ın çok sert ifade kullandığını iddia edenler var. Bu karara göre, ifade özgürlüğü sadece lehte olduğu kabul edilen, zararsız ya da ilgilenmeye değmez görülen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devletin ya da nüfusun bir bölümünün aleyhinde olan çarpıcı gelen, şoke eden, rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de uygulanır. Gazeteci; bilgi ve haber alma, yorum yapma ve eleştirme özgürlüklerini ne pahasına olursa olsun savunur.

Ahmet Hakan, kamuoyunun aklında tekme yiyen protestocu işçiden yani mağdurdan değil, tekme atandan yana bir gazeteci olarak kalacak.

»Hedef göstermenin Türkiye’deki tarihi çok eskilere dayanıyor. Örneğin Tan Baskını’nda Hüseyin Cahit’in yazısı… O günden bugüne, değişmeyen tek şey medyanın hedef göstermedeki etkin tutumu. Siz neler söylersiniz bu konuya ilişkin?
Evet Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tan Matbaası Baskını olayını başlatan Tanin’deki meşhur yazısı “uyan ey ehli vatan” dan sonra sıkıyönetim olmasına karşın bu toplu linç ve yağma hareketini gerçekleştiren göstericilerden yargılanıp mahkûm olan olmadı. Gazetenin sahibi Zekeriya Sertel ve eşi Sabiha Sertel ve yazarlardan Nail Çakırhan hakkında davalar açıldı, yargılandılar, 3 ay tutuklu kaldıktan sonra beraat ettiler ama aldıkları tehditler yüzünden de ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Bu vesile ile bir hususun altını çizmek gerek. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Gazetecinin Hak ve Sorumlulukları Bildirgesi’nin 2.Bölümünde yer alan Gazetecinin Doğru Davranış Kuralları/ İnsan Hakları Odaklı Habercilik ve Gazetecinin Davranış Kuralları başlığı altında yer alan Hedef gösterme alt başlığı altında; “Gazeteci, takipçilerini yanıltmamalı, hedef gösterici, yaftalayıcı, nefret söylemi ve nefret suçuna zemin hazırlayıcı kışkırtıcı ifadeler kullanmamalıdır” ibaresini göz ardı etmemek lazım.