Bağımsız medya, sermayeye ve iktidarlara karşı olduğu kadar muhalefete karşı da bağımsızlığını korumak zorundadır.

Medya-muhalafet-iktidar ilişkileri
Aydın Doğan, Doğan Medya’yı Demirören Holding’e teslim ederken.

Oğuz OYAN

Eğer “medya-muhalefet ilişkileri” üzerine değerlendirme yapılıyorsa, madalyonun öbür yüzünde “medya-iktidar ilişkileri” olduğu bilinmelidir. Kuşkusuz her iki başlık da zamana ve mekâna göre önemli ölçüde farklılaşacaktır. Aynı ülke (mekân) sınırları içinde dahi zaman boyutu önemli bir bağımsız değişken olarak her daim devrede olacaktır.


Mekân denilince, basın özgürlüğüne değgin sicili öteden beri çok kabarık iktidarların hüküm sürdüğü, gazeteci cinayetlerinin -başta bu hafta katliamının 30’uncu yılında andığımız Uğur Mumcu olmak üzere- adeta sıradanlaştırıldığı bir ülkede yaşadığımız zaten belleklere kazınmıştır. Bunun üzerine bir de zaman boyutunu ekleyin: Cumhuriyet’ten arta kalan tüm olumlu değerleri silip süpüren, ülkeyi yobaz bir bağnazlığa sürükleyen, eleştirel basın ve aydınlara olduğu kadar halkın demokratik tepkilerine de aşırı tahammülsüzlük gösterip emrindeki yargı üzerinden devlet şiddetini uygulamaktan çekinmeyen bir karanlık iktidarın tasallutu altında geçen son on yılları özel olarak dikkate almak zorundasınız. Üstelik aydınlanma karşıtı dinci bir despotizm sergileyen bu iktidarın önümüzdeki seçimleri kazanması veya çalması halinde mevcut siyasi rejimin açık faşizme doğru evrileceği bu kadar aşikâr hale gelmişken -“seçkin” liberallerimize inat “niyet okumaya” devam ediyoruz- artık bir medya-muhalefet ilişkisinden bahsetmenin bile mümkün olabileceği kuşkuludur. Kuşkuludur çünkü böyle bir olasılıkta iktidar, kendisine muhalif gördüğü veya hatta sadece tam denetimine alamadığı tüm eleştirel/bağımsız medyanın üzerinden, bugüne kadar yaptıklarını misliyle aşarak, silindir gibi geçecektir.

Türkiye’nin medya özgürlüğü bakımından dünya liginin en alt sıralarında yer almakla kalmayıp her yıl daha da dibe çökmesi, AKP rejiminin artık melez demokrasiler sınıfında bile kendine yer bulamamasıyla kuşkusuz bağlantılıdır. Peki ama buradan çıkış sadece siyasi iktidarın değişmesiyle kolayca mümkün olabilecek midir? Sermaye medyasının ve bu medyanın “önemli” figürlerinin yeni koşullara uyum hızının yüksek olacağı göz önüne alınırsa, aynı malzemeyle daha üst bir lige terfi etmek ne denli mümkün olabilecektir? Yoksa yeni iktidar seçkinleri, AKP’nin yozlaştırma süzgecinden geçmiş elemanlarla, Ekrem İmamoğlu-Nagehan Alçı örneğinde test edildiği gibi, kolay bir barışma/kaynaşma sürecinden mi geçeceklerdir?

Kaygılanılması gereken konu gerçekten de budur; zira iktidar koltuğuna oturanlar, eğer gerçekten demokrat bir damara sahip değillerse, muhalefetteyken pek yararlandıkları eleştirel medya mensuplarıyla ilişkilerini iyi tutmak için artık yeterli motivasyona sahip olmayabileceklerdir. Onlar için dahi, iktidar şakşakçılığına alışmış ilkesiz “gazeteciler”, dönme süreçlerini tamamladıkları andan itibaren yeniden muteber elemanlara dönüşebileceklerdir. Umarız böylesine sefil bir geçiş dönemi hiç yaşanmaz.

Medya-iktidar ilişkileri

Bağımsız medya denilince öncelikle sermayeye karşı bağımsızlık anlaşılmalıdır. Sermayenin sistemin egemen gücünü oluşturduğu bir ekonomik-toplumsal oluşumda işin bam teli burasıdır. Sermayenin doğrudan sahipliğini üstlendiği veya dolaylı yollardan iplerini tamamen elinde tuttuğu bir “medya” türünün esasen öncelikle söz konusu sermaye grubunun tekil çıkarlarına odaklanacağı, bunun ötesindeki ufkunun da sermayenin genel çıkarları dışına pek çıkmayacağı besbellidir. Böylesine bir medya grubunun pusulasının, patronlarının çıkarları neredeyse orayı göstereceği, sistem içi bir iktidardan diğerine kolayca saf değiştirebileceği açık olmakla birlikte, eğer şartlar elveriyorsa (yani iktidarın sopası fazla uzun değilse), bazen iktidar karşıtı konumlanmalara geçebileceğini de öngörmek gerekir. Son on yıllarda tek partinin aşırı tahakkümü dışında bir gerçeklikle tanışmamış olan genç kitleler açısından, bir sermaye medyasının iktidara (veya onun bazı unsurlarına) eleştirel konumda olabileceği çok tuhaf hatta olanaksız dahi görünebilir.

Ama buna ilişkin aykırı örnekler bulmak için çok gerilere gitmeye gerek yok: IMF programının doludizgin uygulandığı, Şubat 2001 krizine rağmen bu programa yeni bir ‘niyet mektubu’ ile iman tazelendiği, hatta Washington’dan K. Derviş’in Başbakan Yardımcısı olarak transfer edilmesiyle program etrafındaki tahkimatın güçlendirildiği, özelleştirmelerin önünün açılması için Meclis üzerinde “15 günde 15 yasa” baskılarının kurulduğu dönemde, bu süreci sorgulamaya veya yumuşatmaya çalışan 57. Hükümet’in iki bakanı istifa etmek zorunda bırakılmıştı. Bu süreçte, kamu ihalelerini yakından kovalayan “özelleştirmeci” medyanın etkileri küçümsenemezdi. Hatta, “15 yasa”dan biri olan ve Tekel tütün işletmelerini özelleştirmeye hazırlayan “Tütün Yasası”, kamu çıkarlarının ödünsüz savunucusu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından tekrar görüşülmek üzere 6 Temmuz 2001’de Meclis’e geri gönderilince, ertesi günkü Doğan medyasının Milliyet ayağı “Ve Sezer tüy dikti” kibar başlığıyla çıkarken “amiral gemisi” tabir edilen Hürriyet’te “sahibinin kalemi” rolünü oynayan E. Özkök de yazısının başlığını “Adım adım kolektif intihar” olarak atabilmişti.

Bugünlerde iktidar aleyhine böyle başlıklar atılamıyor elbette. Bunun nedeni, salt siyasi iktidar ile iç ve dış sermaye arasındaki uyumun artık “su sızdırmaz” bir mükemmelliğe ulaşması değil elbette. Gerçi iktidar ile onun himayesindeki bazı sermaye grupları arasındaki uyumda böyle bir “Nirvana”ya ulaşılmış olabilir. Ama, sermayenin bütünü açısından -AKP döneminde yüksek fırsatlardan yararlanmış olanlar da dahil- artık ilişkilerin mükemmelliğinden söz edilemez. Hatta, iktidarın son yıllarda ortodoks neoliberal politikalardan sapma göstermesi bu çevrelerde yoğun kaygıyla karşılanıyor ve tepki görüyor. Buna rağmen büyük sermayenin sesinin kısık çıkmasının nedeni, iktidarın sopasını gerektiğinde bazı sermaye gruplarına (örneğin Doğan Grubu’na) karşı da kullanmaktan çekinmeyeceğini kanıtlamış olması. Üstelik, geriye kalan sermaye medyası da artık tamamen iktidarın kontrolüne girmiş durumda. “Su sızdırmayan” ilişkiler aranacaksa, sermaye-iktidar arası ilişkilere değil de bunun sermaye medyası-iktidar ayağına bakılması gerekiyor. Gelinen nokta hazindir: TÜSİAD artık Mayıs 1979’da olduğu gibi gazetelere tam sayfa ilanlar vererek hükümeti düşürecek noktada olmadığı gibi, bu tür ilanları kabul edebilecek büyük tirajlı sermaye medyası dahi bulamayacak durumdadır.

Bağımsızlık mı tarafsızlık mı?

Buraya kadar yazılanlar bağlamında şunun altını çizebiliriz: Sermayenin güdümünde olmamak medya için yeterli sayılamaz. Bağımsız medya, sermayeye ve iktidarlara karşı olduğu kadar muhalefete karşı da bağımsızlığını korumak zorundadır. İktidarlara karşı bağımsızlığını korumanın -maddi/hukuki baskılar veya “mali ödüllendirmeler” nedeniyle- daha zor olduğu düşünülebilir. Ama unutmayalım bugünün muhalefetiyle, bu muhalefetin siyasi merkezleriyle veya yerel yönetim kademeleriyle ilişkilerinde mali ve siyasi bakımdan görece bağımlı bir çizgiye yerleşen medya için yarın bu muhalefet iktidar olursa bu defa yeni bağımlılık biçimleri oluşabilecektir. Medya, sadece ekonomik bağımsızlığını değil, ideolojik/siyasi bağımsızlığını da korumak zorundadır.

Bağımsızlık derken kastettiğimiz şey asla sahte bir “tarafsızlık” duruşu değildir. Her medya organının açık veya örtük bir tarafı vardır. Salt magazin alanında kalanlar için dahi böyledir. Ama özellikle haber/yorum medyacılığı yapanların bu tür sahte tarafsızlık görüntüleri arkasına saklanmaması gerekir. Mevlana’nın ünlü deyişindeki gibi, “göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün”; özellikle bu özdeyişin ikinci bölümü bağımsız medyacılığın da şiarı olmalıdır.