Ülke ekonomisindeki krizleri dışarıya bağlamak ya da anlamsız karşılaştırmalardan medet ummak yerine sistemin etkisini varsayarak, iç nedenlere, yanlış politikalara yönelmek daha doğru olacaktır.

Medya susturulursa halk konuşur
ENAG’ın yüzde 160, TÜİK’in ise yüzde 73 olarak hesapladığı enflasyon en çok market fiyatlarını vurdu. (Fotoğraf: Depo Photos)

Ekonomik krizin, bunalımın, artık ne derseniz, verileri ürkütücü boyutlarda. Enflasyon ya da hayat pahalılığı güven vermeyen resmi açıklamalara göre yüzde 70’lerde bağımsız ENAG’a göre yüzde 160’ları geçti. Pazardan filesi, poşeti, torbası boş dönen yurttaşa göre ise gıdada enflasyon durmak bilmiyor, hesaba sığmıyor. Durumu doğallaştırmak için iktidar partisinin ve yandaşlarının bulduğu, iktidar medyasının yaygınlaştırdığı formül, “bakın ABD’de de, Avrupa’da da durum bizden daha kötü, kuyruklar aldı başını gidiyor, Fransa şöyle, Almanya böyle” türü gerçekleri yansıtmayan bir karşılaştırmalar komedisidir.

Enflasyon rakamlarını ya da başka verileri öteki ülkelerle karşılaştırmanın anlamı yoktur. Sonuçlar hem rahatlatıcı olmaz hem de ortaya gülünç tablolar çıkar. Tüketim kalıpları ne kadar benzerse benzesin her ülkenin gerçeği farklıdır. Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler üretim, sanayileşme, kalkınma, pazardan pay alma, yani ihracat ithalat dengeleri ya da gelir dağılımı açılarından birbirine benzemezler; aynı klasmanda değildirler. Bu türden karşılaştırmalarla halkı yatıştırmak, bu amaçla gözle görülür gerçeği çarpıtmak isteyenler aslında gelişmiş ülkelerde son Dünya Bankası raporunun duyurduğu resesyon tehlikesinin bizim gibi ülkeleri nasıl etkileyeceğini, yaşadığımız krizi, bunalımı nasıl derinleştireceğini düşünseler daha iyi ederler.

Dış düşmanlar dışarıda mı?

Gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerle aralarında pek de eşit koşullarda gelişmeyen siyasi çatışmalar çıksa, görüntüler sahte bir eşitlik havası yaratsa da, “karşılıklı bağımlılık” diye lanse edilen bir aldatmacanın rahatlatıcı sihrine kapılmamalıdırlar. Böyle bir eşitlik yoktur. Kapitalizmde de parça bütün ilişkisi kitapta yazıldığı gibi işler. Tek tek ülkelerden, emperyalist merkezlerden söz etmiyoruz, sistemin kendisinden söz ediyoruz; parçalar önemlidir ama bütünü belirlemezler. Bütün, tümünü kapsamak üzere parçaları, geri kalmış olan ya da gelişmekte olanı içerir, özümser, temsil eder ve söz geçiremiyorsa elindeki araçlarla zora başvurarak sistem içinde kalmaya zorlar. O yöntemlerle de bütünün sıkıntıları parçalara aktarılır. Gelişmekte olan ülkeler için kurtuluş, kapitalist dünyadan sistemden uygun koşullarda kopmakla, gelişmesini bütünün dışında başka bir bütün olarak var olabilmenin koşullarını yaratmakla mümkün olur.

Ülke ekonomisindeki sıkıntıları, krizleri, bunalımları dışarıya bağlamak ya da anlamsız karşılaştırmalardan medet ummak yerine, gerçek nedenleri arayıp bulmak, sistemin etkisini varsayarak, iç nedenlere, yanlış politikalara yönelmek daha doğru olacaktır. Kısacası “dış düşmanlar” söylemi içi boş bir söylemdir. İktidarı terk etmek istemeyenlerin dış düşman dediklerinin gerçekte içeride olduğunu, aşılması gereken koşulların yaratıcısı olanların, ırkçılığı, milliyetçi duyguları kışkırtarak sonuç alma hevesinde olanların başarı şansının fazla olmadığını kendi deneyimleriyle bilmeleri gerekmez mi?

Nesnel koşullar kolayca değiştirilemez; ama bu, koşullara teslim olalım anlamına da gelmez. Kimi zaman ve genellikle değişmez gibi görünen koşullar nesnel değil, icat edilmiş, algı yöntemiyle nesnel gibi gösterilen koşullardır; üstüne gidildiğinde dağılıverirler. Hedefi gözden yitirmeyen, demokrasi arayışında olan kitleler, sosyalizm idealinden vazgeçmeyen, feneri, pusulayı ya da kutup yıldızını yitirmeyen sosyalistler, mücadelenin her anında gerileme girişimleriyle her gün bir yenisi eklenen engellerle savaşır, ileri adımlar atabilmek için çaba göstermekten bir an bile vazgeçmezler.

Engeller sistem sıkıştıkça daha da koyulaşır, baskı yaygınlaşır, sistemin ya da bizim gibi ülkelerde çareyi otoriterleşmekte bulan iktidarlar her geçen gün baskıyı artırır, toplumun her kesimini kapsama alanına almaya başlarlar. Baskının yaygınlaşması tüm kesimleri kapsaması eşyanın tabiatı gereğidir, Otoriter yönetimler belli kesimleri ekonomik olarak kayırabilir, onların daha fazla pay almalarını sağlayabilir ama örneğin basına, medyaya sansür uygulamaya başladılarsa, bu sansür gerçeklerin yalnızca belli bir kesimden gizlenmesiyle yetinemez. Sansür gerçekleri tüm toplum kesimlerinden, kendi yandaşlarından da gizlemek, tüm toplumun haber alma hakkına yönelmek zorundadır.

Otoriter yönetimlerin vazgeçilmez silahı

Adına ne derseniz deyin sansür yasası olarak tescillenen teklif birkaç gün içinde yasalaşacaktır. Komisyonda hiçbir itirazı dinlemeyen, Yargıtay adına bilgilendirme yapan ve teklifin kabul edilemez olduğunu bildiren yargıcın uyarılarını da dikkate almayan iktidar partisi ve ortağı, teklifi Genel Kurul’a herhangi bir değişiklik yapmadan gönderdiler. Demek ki bundan böyle gazetecilerin gerçekleri yazması zorlaşacak, muhalefetin sesinin duyulması, duyurulması yeni engellerle karşılaşacaktır. Gazeteler, internet siteleri, sosyal medya, TV kanalları bundan böyle halkın haber alma hakkını savunurken ağır bedelleri göze almak zorunda kalacaklar.

Son zamanların yakıcı tartışmalarından birisi iktidar partisinin seçimi kaybederse iktidarı terk etmeyeceği tartışmasıdır. Doğrusu bu tür bir tartışma, konuyu seçim günüyle, o günün tehlikeleriyle, oy sayımının hukuka uygun olup olmayacağıyla sınırlıyor. Oysa iktidarın gelecekle ilgili planlarının ne olduğunu anlamak istiyorsak gözlerimizi epeyce önce başlamış sürece çevirmek zorundayız. Şimdi geldiğimiz noktada birkaç gün içinde yasalaşacak olan yasa bu sürecin en yeni, en tehlikeli adımlarından birisidir. Gerçekleri anlamanın, olup bitenleri halka duyurmanın, halkın haber alma hakkının önüne etkili, kalın ve yüksek bir duvar örülmüşse, siz seçimlere kadar geçecek sürede kamuoyunun, seçmenlerin doğru dürüst bilgilendirilmeyeceğini de hesaba katmak zorundasınız. Seçimlere kadar geçecek sürede olup bitecekler seçimlerin sonucunu belirleyebilecek “maceralı işler” olabilir. Mesele yalnızca “trafoya sıkışmış kedi meselesi” ya da “hiçbir şey olmadıysa bile bir şeyler olacak” itirafı da değildir. Nihayet seçimlerin sonuçları konusunda da halkın sağlam bilgiler alabileceğine da artık güvenemezsiniz. Unutmamakta yarar var; seçimler sansür yasasıyla katmerleşen olağanüstü koşullarda yapılacaksa, muhalefet olağanüstü koşullarla nasıl baş edeceğini bilmiyorsa rahatlamanın zamanı değil demektir.

***

Peki, çaresiz miyiz, iş işten geçti mi? Demokratlar, solcular, sosyalistler için halkın haber alma hakkına saygılı gerçek gazeteciler için eğer hakkıyla yapmak istiyorlarsa gazetecilik yapmak zorlaştı. Ama ne yapalım; bu nedenle ortadan kaybolacak, saklanacak gerçekleri öğrenebilmek ve halka duyurabilmek için taş devri yöntemlerine mi dönelim, Kızılderililerin dumanla haberleşme yöntemlerine mi başvuralım. Gerçekleri yazmaktan sansüre karşı direnmekten vazgeçmemek kuşkusuz önceliklidir ama belki artık yazamıyorsak konuşmaktan başka çare kalmamıştır. İnsanların yalnızca gazeteleri, TV kanalları, sosyal medyaları yoktur; hiçbir zaman sansürlenemeyecek ağızları ve kulakları da vardır. Gerçekleri anlatmayı, dinlemeyi, duymayı ve duyurmayı kim yasaklayabilir?

Uzun AKP iktidarı döneminin etkili, sorumlu, günahlara ortak isimlerinden Bülent Arınç, eski arkadaşlarının öksürerek, konuşarak, kral çıplak diyerek ortaya çıkmalarını öneriyor. Onlar ortaya çıkar mı ya da çıkarlarsa hangi niyetlerin temsilcisi olarak çıkarlar bilemeyiz ama Arınç’ın önerdiği yöntem yerindedir.

İtiraz etmenin gerçekleri halka ulaştırmanın doğal yolları tıkanırsa, yine doğal olan başka yollar yöntemler bulunabilir, bulunacaktır…