Medyada dünün ve bugünün birbirine bağlandığı ‘ilmeğin’ adı Nazım Alpman’dır ve Alpman’ın yeni kitabı sadece 1995-1996 koşullarını anlatmakla kalmayıp, günümüzün havuz medyasında fiyaka yapmaya çalışan yandaş kalemşorları da karakterize etmektedir

Medyada Nazım Alpman Ekolü

FAHRETTİN ENGİN ERDOĞAN

Üretken bir yazar, çılgın bir gazeteci, belgelenmiş bir belgeselci... Bu özelliklerini harmanlayarak kaleme aldığı ‘İnsan Yağmuru’ (2007), ‘Kürt Kardeşim Elini Ver Bana’ (2012) ve ‘Çingeneler’ (2014) kitaplarının yazarı Nazım Alpman’dan bahsediyorum. Bugüne kadar onlarca belgesel ve kitap yayımlayan Nazım Alpman bu iki alanda da adeta depara kalkarak son iki yılda dört kitabını birden okurlarına sundu. Şubat 2016’da medya hikâyelerini topladığı ‘Ahlak Islatan’ ve Mart 2017’de ‘Dostlar Bizi Hatırlasın’ kitaplarını yayımladı. Bu yılın mayıs ayında ise A7 Kitap’tan yayımlanan ‘Gazetecilerin Şakası Olmaz’ ile ‘Medyada Tunç Devri’ isimlerini taşıyan iki kitabını çıkaran Nazım Alpman, eserlerinde bir ressam tavrıyla çiziyor insan portrelerini.

Sanat, edebiyat, sinema, siyaset, sendika ve medyada dostluklar kurduğu, her biri kendi alanlarında ‘üstat’ ve her birini yakın tarihimizde yitirdiğimiz o güzelim insanlarla bizleri yeniden yüzleştirdiği ‘Dostlar Bizi Hatırlasın’ kitabı hariç, geriye kalan üç kitabının da birbirleriyle sıkı bağları var.

‘Ahlak Islatan’da anlatılan 22 öyküye tamamen ‘kurmaca’ demek zor. Evet kurmaca fakat oldukça da gerçek. Hayal ve hayatın birbirine karıştığı, kurmacanın gerçek, gerçeğin kurmaca olduğu fırtınalı bir denizde kulaç atmamızı istemiş Alpman.

Gazetecilerin renkli anılarından oluşan 38 hikâyenin seçkisini yaptığı ‘Gazetecilerin Şakası Olmaz’ kitabı ise şakasız geçmeyen ama şakası da olmayan bir öykü sağanağı. Kitabın ‘Önsöz Gibi’ girişinde Milliyet’in duayen yazarı Hasan Pulur, Hilmi Yavuz’un da bulunduğu bir ortamda Cumhuriyet’in efsane karikatüristi Ali Ulvi’yle yaşadığı bir anekdotunu aktarıyor: Milliyet/Pazar ekinde en fazla ilgi gören, en fazla okur mektubu, faksı ve telefonu alan iki yazardan birisi Tunç Turunç’tur. 1995-96 yılları arasında, ‘yiyelim, içelim, gezelim, görelim, gösterelim’ ilkelerinden oluşan ve ‘yükselen değerler’ diye pompalanan, zenginlerin yaşama biçimine göndermeler yapan ama aslında medya eleştirilerinden oluşan ‘Atıyorum’ köşesindeki yazılarına son verilir Tunç Turunç’un.

Merkez medyayla, hükümetle, mafya ve para babalarıyla, magazin dünyasıyla dalgasını geçen bu ‘zat’ öylesine benimsenmiş ve sevilmiştir ki, “Hayır efendim adamı kıskandılar, yazısını koymuyorlar” diye sitem eden Ali Ulvi’yi, Tunç Turunç diye birinin olmadığına/yaşamadığına ikna etmekte oldukça zorlanmıştır Hasan Pulur.

İşte, ‘Sureti haktan görünerek, doğruları, gerçekleri görmeyen gözlere sokarak’ müstear isimle mizah yazıları yazan bu kişi aslında Nazım Alpman’dan başkası değildir.

‘Tunç Turunç’ mahlas adını kullandığı bu yazılardan 83 tanesini seçki yaparak ‘Medyada Tunç Devri’ isimli başka bir kitapta topladı Alpman.

medyada-nazim-alpman-ekolu-486471-1.

‘Yükselen değerler’ diye pompalanan yaşama biçimine göndermeler yapan; polise darbe hakkının verilmesi gerektiğini söylerken basında silahlı mücadele fikrini ortaya atan bir plaza militaristi; Kızkulesi’ne ‘yenge’ diye seslenirken pantolon giymenin ‘popo istediğini’ vurgulayan bir maço; insan haklarının çağdaş biçimde çiğnenmesini salık verirken Kürtlere demokrasinin yaramadığını söyleyen, “Tunceli’yi yakalım nefes alalım” diyebilen bir züppe komplocu; bir taraftan Kurban Bayramı’nda çiftlik kebabı yenmesini önerirken diğer yandan işçiye “Et yeme ot ye!” diyebilen ve arada “aşkın karın doyurduğunu” söylemeyi de ihmal etmeyen bir tabu bükücü; ‘İşçiler yine azıtıyor’ başlığıyla sendikaları ‘hedef gösterirken’, havuz medyasında “Elveda proletarya” diyenlerin niyetlerini bir basamak yukarı çıkarıp “Kahrolsun sendikal mücadeleniz” siteminde bulunmayı da ihmal etmeyen, üstüne üstlük bir de “Gazeteciler coplansın” isteyen şovalye ruhlu bir Tunç Turunç var karşımızda.

Tam bu noktada insan karıştırıyor: Nazım Alpman’la mı yüzleşiyoruz yoksa bir döneme rengini vererek simgeleşen Tunç Turunç’la mı? Ama aslında, bu iki zıt kutbu simgeleyen, bir bedende değil de belki bir lunapark aynasında karşı karşıya duran bu iki kişiden Tunç Turunç’u yazarken bir de bakmışsınız ki, bulunduğu zemini/dönemi hinoğluhin bir bakış açısıyla Ti’ye alan/eleştiren Nazım Alpman’ın muhalif ‘ekolünü’ yazıyorsunuz. Pardon, Nazım Alpman’ı vareste tutuyorum bu söylediğimden, hinoğluhin olan Tunç Turunç’tur.

Bu dönemin kültürel/sosyal/psikolojik alt zemini 12 Eylül’dür. Kültürden sanata, siyasetten sosyal hayata kadar günümüzde de etkilerini yaşadığımız, toplumsal yapının yeniden organize edildiği en önemli dönemlerden biridir ve iki aşamalı uygulanmıştır.

Birinci aşama, yükselen muhalefeti ve en temel demokratik istemleri dahi bastıran ‘kadife eldiven giydirilmiş demir bir yumruk’tu. Devletin uyguladığı şiddet yöntemleri bir taraftan topluma yayılıyor, diğer taraftan da sol/sosyalist düşünceler tek yönlü bir propagandayla her gün alabildiğine karalanıyordu. İki-üç yıl boyunca aralıksız ‘insan avları’ yapıldı, komşu komşuya kapısını açmaz oldu, insan insandan korkar hale getirildi. Pişmanlık, ihanet, itirafçılık, ispiyon gibi insanı kişiliksizleştiren mekanizmalar toplumda yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Bırakın komünizm, sosyalizm, Marksizm sözcüklerini, dayanışma, mücadele, dostluk, kardeşlik, eşitlik, özgürlük, barış, emek, eylem gibi onlarca kelimeye yasaklar konuldu; insan sevgisi, aşk, arkadaşlık, yoldaşlık gibi değerler ağızlara alınmaz oldu; kasetler, filmler yasaklandı, kitaplar toplatılıp yakıldı. Korku bir virüs gibi yayıldı ve kendi tarihini, kimliğini, kişiliğini gizleyen, geçmişinden pişmanlık duyan sinik bir toplum yaratılmaya çalışıldı.

İkinci aşama bunun üzerinde inşa edildi. ABD stratejistlerinin pek çok ülkede uyguladıkları ve bizde de ‘Yükselen Değerler Dönemi’ olarak anılan, toplumun değer yargılarının komple yıkıma uğratıldığı, bir manipülasyon ve dejenerasyonun yaşandığı evre oldu bu. Başlangıç dönemi Özal sayılmakla birlikte özellikle 90’lardaki dünya ölçeğindeki değişim rüzgârlarının ve teknolojik gelişmelerin de etkisiyle doruk noktasına ulaştı. Kendine ve topluma yabancılaşan, tarihsiz-geleceksiz ve apolitik bir toplum iskeleti oluşturuldu. Toplumsal hafıza silindi!..

İşte, Tunç Turunç ismi böyle bir dönemin ‘yükselen’ şahsiyeti olarak Nazım Alpman’ın kaleminde yeniden şekillendi.

Medyada dünün ve bugünün birbirine bağlandığı ‘ilmeğin’ adı yine Nazım Alpman’dır ve Alpman’ın bu kitabı sadece 1995-1996 koşullarını anlatmakla kalmayıp, günümüzün havuz medyasında fiyaka yapmaya çalışan yandaş kalemşorları da karakterize etmektedir.

Benzer bir dönemde medyada Alpman ekolüyle yapılan muhalefet okuyanlara sadece umut vermeyecek, bugün yaşadığımız moral bozukluğuna da ilaç gibi gelecektir.