Eskiden “medya” yoktu, “basın” vardı; “basın”ın “medya”ya dönüşümü aynı zamanda Türkiye’nin dönüşümüdür. 24 Ocak Kararları’yla ve 12 Eylül Darbesi’yle birlikte liberal talana açılan Türkiye topyekûn bir dönüşüme uğrarken, basın da kaçınılmaz olarak bundan nasibini almış ve “medyalaşmıştır.”

Ne demektir “medyalaşma” peki? Gazeteciliğin giderek bir sermaye faaliyeti halini alması, gazete sahipliğinin başka alanlardaki yatırımlarla iç içe geçmiş bir sermaye sahipliğine dönüşmesi nedeniyle gazeteciliğin kamusal niteliğini yitirerek özel çıkarların hizmetine sunulması, holdingleşme, tekelleşme ve gazetelerin sermaye-iktidar ilişkisinin temel araçlarından birine dönüşmesi…

“Basın”dan “medya”ya doğru yaşanan dönüşümün mimarı Aydın Doğan’dır; onun basın sektöründeki payının büyümesine ve tekelleşmesine paralel bir şekilde Türkiye’de kamu yararına gazetecilik giderek zayıflamış, o basın dışı alanlardaki yatırımlarını çoğalttıkça gazetecilik ve televizyonculuk da bu yatırımları korumanın bir aracı haline dönüşerek kamucu niteliğini yitirmiştir.

Sadece bu değil, 80’lerin ikinci yarısından itibaren ve özellikle 90’lar Türkiye’sinde, Dinç Bilgin’in Sabah’ıyla birlikte Aydın Doğan’ın Hürriyet ve Milliyet’i neoliberalizmin Türkiye versiyonu olan köşe dönmeci, tüketime dayalı, bireyci Özal ideolojisinin taşıyıcılığını üstlenmiş, toplumsal ahlaksızlık dalga dalga bu gazetelerin sayfalarından toplumun bilincine nakşedilmiş, medya ülkeyi çürütme operasyonunun merkezi olmuştur.

Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut, Hadi Uluengin ve diğerleri… Köşelerinde her gün kendi geçmişlerine ve dolayısıyla, sosyalizme, sola, solun değerlerine küfür etmeleri için beslenmiş, bol sıfırlı ve dolara endeksli maaşlarla semirtilmişlerdir. Doğan’ın ve Bilgin’in yarattığı medya rejiminin temel hedefi budur: Toplumsal aklı yok etmek, bireyi aptallaştırmak, ahlaki bir çürümenin parçası haline getirmek, kişiliksizleştirmek…

Türkiye’de medya sermaye sınıfına ait bir “aptallaştırma makinesi”dir ve bugünkü iktidar da bu makinenin ürünlerinden biridir; tam da bu nedenle iktidar partisi “Türkiye sermaye sınıfının kendine yakışanı giymesi”dir, kırk yıl arayıp nihayet bulduğudur, vazgeçilmezidir. Sol düşmanlığıyla açılan kapılardan girilmiş, akla, bilime, sola karşı kurulan ittifaklarla bugünlere gelinmiştir; beslenilip büyütülenin bu makineyi adım adım ele geçirip kendine tabi kılması ise tarihin muazzam bir ironisidir.

Aydın Doğan “dünün kahramanı” ise zamanımızın kahramanı da Doğan Medya’yı alan Demirören’dir. 2004’e kadar 8 şirketi olan Demirören’ler, 2004 sonrası mermer, gayrimenkul, liman, inşaat, petrol ve medya sektörüne girecekler ve 50 yıllık büyümelerinden daha fazlasını son 10 yılda gerçekleştireceklerdir. İktidarla cemaat arasındaki kavga kızıştığında ortaya saçılan ses kayıtlarından anladığımız kadarıyla medya sektörüne girmelerinin esas nedeni, iktidarı ve tepesindeki ismi memnun etmek ve diğer alanlarındaki yatırımlarının büyümesini bu memnuniyet aracılığıyla garanti altına almaktır.

İktidarın uzun zamandır bir “kum torbası” olarak kullandığı, yani “küçük adam”ın sınıfsal öfkesini “Bak bunlar seni ‘bidon kafalı’, ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye aşağılayan kalantorlar” diyerek manipüle etmek için bir araç olarak gördüğü Doğan Medya’ya artık bu anlamda ihtiyacı kalmamıştır. Doğan, artık kavga edilmesi gereken bir güç odağı değil, tarihin çöplüğüne atılması zafer nişanesi olarak sunulacak bir figürdür artık iktidar açısından. Bu da rejim inşasında geldiğimiz yeri göstermektedir ki, söz konusu satışın esas önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Evet artık rejim inşasında bir aşamayı daha geride bırakmış bulunuyoruz. Çünkü Türkiye tarihinde ilk kez tek bir kişinin gazetelerin ve televizyonların tamamına yakınını vekilleri aracılığıyla yönettiği, fiilen hepsinin gerçek sahibi haline geldiği bir medya rejimine geçmiş durumdayız ve bunu “rejim medyası” olarak adlandırmakta hiçbir sakınca yok. Bugünkü medya rejiminin kavuştuğu veçhe tam olarak budur: Medya artık “rejimin medyası”dır.

Bu dönüşümün tamamlanmasının tam da Türkiye bir seçim konjonktürüne girmişken ve o seçimin sonuçları rejimin kaderini belirleyecekken gerçekleşmesi ise elbette ki bir tesadüf değildir. Artık medyada tek bir çatlak sesin dahi çıkmasına izin verilmeyecek, medya “rejim medyası” olmanın hakkını vererek muazzam bir propaganda aygıtı olarak çalışacaktır. Dağıtım tekeli ise sayıları bir kaça inmiş muhalif medya üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanacak ve tehdit arz ettikleri düşünüldüğü anda bu gazetelerin dağıtımı yapılmayacaktır.

Peki manzara buyken, rejim inşasının medyaya yansıması bu şekilde olmuşken, artık tek bir “patron” varken, seçime bunları görmeksizin, bunların sonuçlarıyla yüzleşme iradesini göstermeksizin, her şey normalmiş gibi girmek siyaseten ne anlama gelmektedir? Sanıyorum ki öncelikle sorulması ve yanıtının verilmesi gereken soru, esas olarak budur.