Google Play Store
App Store

Dr. Güventürk Görgülü, medya endüstrisinde yaşanan neoliberal dönüşümün geldiği noktayı, “AKP, Türkiye’nin gördüğü en neoliberal politikaları uygulayan hükümet oldu. Medyadaki sahiplik yapısı daha tekçi bir düzene indirgendi” diye özetliyor.

Medyanın rotasını siyaset belirliyor
Güventürk Görgülü (Fotoğraf: BirGün)

Tuğçe ÇELİK

Dünyada 1968 sonrası esmeye başlayan neoliberalizm rüzgarı, 12 Eylül Darbesi’nin ardından Başbakanlık koltuğuna oturan Turgut Özal ile Türkiye’ye de sirayet etti. Thatcher ve Reagan’ın neoliberal politikalarının yerli uygulayıcısı olan Özal, işe medyayı dönüştürerek başladı. Bu süreçte hem medyanın yapısı değişti hem de neoliberal bir toplum yaratımında gücünü hiç esirgemeyen bir araç haline geldi.

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Dr. Güventürk Görgülü ile “Alacakaranlıkta Gazetecilik Türkiye’de Neoliberal Medya Düzeninin Kuruluşu” başlıklı kitabından yola çıkarak medyanın dönüşüm sürecini konuştuk.

Türkiye’de neoliberal dönüşüm neden medya alanında başladı ve nasıl yaşandı?

Neoliberal politikaların fiilen uygulanmaya başlaması 70’lerin sonu 80’lerin başında gerçekleşiyor. Neoliberal politikaların uygulanmaya başlanması için teknolojinin belli bir duruma gelmesi, emek veriminin artması lazımdı. Refah toplumunu yaratan fordist üretimse neoliberal toplumun önünü açan şey de yalın üretimdir. Bunların ikisi de otomotiv sektörü üzerinden dünyadaki üretim sistemini dönüştürdü. Yalın üretimin ardından dijital teknoloji ortaya çıkıyor ve bilgisayarlar kişisel kullanıma kadar iniyor. Burada emek veriminin ciddi artışı söz konusu ve bunun bütün dünyada etkilediği ilk yer medya endüstrileri.

Bu gelişmelerin Türkiye’ye yansıması ise 1980 sonrasında oluyor. Sabah gazetesinin öncülüğünde 1985’te ilk kez ekranda gazete sayfaları yapılıyor. Bu süreçte medya sektöründe pek çok iş alanı tasfiye edilerek büyük bir emek tasarrufu sağlandı. Türkiye’nin ve başka pek çok ülkenin siyasi tercihlerinin sonucu olarak televizyon tekel durumundayken piyasaya açıldı. Özel televizyonlar başlayınca reklam pastasında müthiş bir büyüme oldu. Bunlar belirli piyasaların büyümesini sağladı. Oralarda sermaye birikti ve medya sektörünün hükümetle olan ilişkileri çok sıkılaştı. Özel televizyonun Türkiye’ye girişi bile Ahmet Özal’ın aracılığıyla oldu. Turgut Özal bizzat Türkiye’deki geleneksel, sanayi toplumu zamanında oluşmuş basın yapısını değiştirmek istedi. Çünkü onlarla çatışıyordu ve yeni bir sistem, piyasacı bir anlayış getirmek istiyordu.

1980’lerde yaşanan bu gelişmeler 1990’lara ne şekilde yansıdı?

Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla Avrupa’da büyük bir hareketlilik başladı. Satın almalarla Avrupa çapında bir tekelleşme yaratılmaya çalışıldı. O dönemin özelliği devlet tekellerinin çoğunun özelleştirilmesi. Medyadaki piyasalaşma pek çok sektördeki piyasalaşmayı da körükledi. Örneğin Cem Uzan ve Ahmet Özal Türkiye’de televizyonu kuruyor, daha sonra Uzanlar özelleştirmelerden de büyük paylar alıyor. Bir aşamadan sonra medya sektörü için o kadar çok sermaye gerekiyor ki büyümeyi sürdürebilmek amacıyla medya patronları banka satın almaya başlıyorlar. Bunun sonucunda 2001 krizinde de battılar. Bir de dünyada piyasalaşmanın yanında finansallaşma meselesi var. Borçlanma araçları büyüdü, borsalar büyüdü, 90’ların başından itibaren bütün medya gruplarının holdingleştiği görülüyor.

1950’lerde bazı işadamlarının gazete satın almasının ötesinde bir güç bu. Böylece sermayenin basınla olan ilişkisi 50’lerden 60’lardan farklı bir noktaya geldi. Daha önceki dönemlerde hükümeti destekleyip desteklememe meselesini aşıp 90’larda hükümeti biz belirleyelim noktasına geliyor medya yöneticileri. Hükümet devirip hükümet kuran medya, elde ettiği finansal güçle bunları yapabiliyor. Bu noktada muhabirin getirdiği haberin o gazetenin satışında ya da reklam gelirinde ne kadar önemi olabilir ki? Bu nedenle de gazetecilik yavaş yavaş güç kaybediyor; kamu yararı eski zamanların bir kavramı olarak kalıyor.

90’lı yılların sonunda medya patronlarının, “gücümüz var, hükümeti biz belirleyelim” anlayışı 2000’lerde ne tür sonuçlara yol açtı?

1990’larda koalisyonlar dönemi yaşandı, farklı çıkar gruplarının siyasetle ilgili beklentileri medyanın gücünü artırıyordu.  Örneğin 90’lı yıllarda çok fazla yolsuzluk, rüşvet haberi görüyorduk. Bugün yolsuzluk ve rüşvet haberi görmüyoruz. Olmadığından değil, kimse kimseye artık bir şey söylemiyor. 2002’den sonra Tayyip Erdoğan fenomeni ortaya çıktı ve baktılar ki Erdoğan tek başına kitleyi yönlendirebiliyor. Bazı gazete patronları 2007’ye kadar eskisi gibi davranmaya devam etti ama bunun sonuç vermediğini geç de olsa anladılar. Erdoğan seçildiğinde 2001 krizi olmuştu ve banka iflasları nedeniyle BDDK eliyle pek çok basın kurumuna el konmuştu. Bu Türkiye’nin özel bir durumu oldu. Medyanın bankalarıyla birlikte krizde batmış olması, Erdoğan’ın güçlü biçimde iktidara gelmesi, öncesinde 28 Şubat’ın yaşanması, buna insanların tepki göstermesi ve AKP’yi bu nedenle desteklemesi gibi faktörler bir araya geldi. Böylece AKP ve Erdoğan kendine uygun ortamı bulmuş oldu.

AKP’nin iktidara geldiği dönem özel bir ilgiyi hak ediyor. Bu süreci nasıl özetlersiniz?

AK Parti iktidarı, Türkiye’nin gördüğü en neoliberal politikaları uygulayan hükümet oldu. Neoliberalizm esasen demokrasiyle çok az ilişkisi olan bir kavram ve Türkiye’deki uygulaması da bunun canlı örneği. 2002 sonrası Türkiye’de medya yapısındaki değişimi iki ana bölüme ayırabiliriz. İlk bölümü 2002’den 2013 Gezi Olayları’na kadar getirebiliriz. Bu dönemde AKP-Gülen Cemaati birlikteliğinin etkileri, ekonomi ve siyasetin her alanına yansıdığı gibi medya dünyasını da şekillendiren güçlerin başında geldi. İkinci dönemin ise Gülen Cemaati ve AKP rekabetiyle ortaya çıkan ayrışmayla 2013 sonundan başlayarak günümüze kadar geldiğini söyleyebiliriz.

Bu dönemde cemaatin elinde olan tüm medya kuruluşlarının tasfiye edilmesiyle medyadaki sahiplik yapısı daha tekçi bir düzene indirgendi. 2002 sonrası Uzanlar ve Sabah Grubu’yla başlayan el değiştirmeler, pek çok basın ve TV kuruluşunun hükümete yakın yerli-yabancı gruplar arasında gidip gelmesine yol açtı. 2011-2018 arasında, sonuncusu Doğan Grubu olmak üzere 16 kez basın gruplarının el değiştirdiğini gördük. Zaten hatırlarsanız “Havuz medyası” deyimi de bu alışverişler sonucu ortaya çıktı. 2016 darbe girişimi de tıpkı 2001 krizi gibi Erdoğan ve AKP’ye bir başka kullanışlı araç sağladı.

Olağanüstü hal döneminde cemaatle başlayan tasfiye, muhalif yayınlara, Kürt gazetecilere, üniversite kadrolarına kadar uzandı. 2002 sonrasında medya sektörü şekillendirilirken bunun hem sermaye hem de gazeteciler düzeyinde yapıldığını da unutmayalım. Öncelikle, Anadolu Ajansı ve TRT gibi kamu kuruluşlarında çalışan nitelikli kadrolardan başlandı. Daha sonra hükümetle yakın ilişkileri bulunmayan veya açıkça muhalif olarak bilinen medya çalışanları sektörden dışlandı. Bu “dışlama” veya “ayıklama” çalışmasının en genç muhabirlerden başlayıp daha deneyimlilere, oradan daha az tanınmış yazarlara, televizyonculara, daha sonra 90’ların star yazarlarına, TV programcılarına ve yayın yönetmenlerine kadar uzandı. Bu operasyon, saydığımız iki dönemde de devam ettirildi. Ta ki tüm muhalif sesler kısılana kadar. Peki, sonuç ne oldu derseniz, Erdoğan’ın kontrolündeki medya gücü esasen partiler arası, liderler arası farkın ortadan kalmasına hizmet ederek, -bugün yaşadığımız gibi- toplumu aynılar arasında seçim yapmaya mahkum etti.

Bir de sermaye ilişkilerinin dışına çıkmaya çalışan, kendi kaynaklarını yaratan bağımsız gazeteciler var. Bu gazetecilik modelini nasıl yorumlarsınız?

New York Times, The Guardian gibi yayınlar hem kendi okuyucularını dijital abonelere dönüştürdüler, oradan finansman sağlamaya başladılar hem de dijital ortamı farklı gazetecilik teknikleri de kullanarak zenginleştirdiler. Ancak ana akım Türkiye’de ortadan kalktı. Büyük grupların el değiştirmesinden sonra işsiz kalan bir sürü gazeteci Youtube kanalı kurdu, fon bulup bir mecra yarattı. Ana akımda çalışan gazeteciler ana akım medyanın toplum için bir gereklilik olduğunu düşünerek ve ana akımın standartlarını da bildiklerinden haklı olarak o boşluğu doldurmak üzere harekete geçti. Ama bunun için mali güç gerekiyor. Olanaklar, okuyucudan elde edilen gelir kısıtlı olduğundan bu model sürdürülemiyor. Daha iyi ekonomik modeller geliştirmek lazım. Gazeteci veya yayın kuruluşu finansman için izleyiciyle, okuyucuyla daha fazla ilişki kurmalı.

Sosyal medya, hükümetlerin manipülasyonuna çok açık hale geldi. Dolayısıyla herkesin güvenebileceği bir ana akımın, yapılandırılmış halde bir gündem sunması ihtiyacı var. Okuyucu ve gazeteci ya da yayın kuruluşu arasında gerçekten bir bağ kurulmuşsa kendini döndürebilen ve gündemi belirleyebilen bir güce erişmişse bu toplum için bir kazanç olabilir. Ama böyle bir modeli daha çıkartamadık. Bir model çıkacaksa Türkiye gibi yerlerden çıkar. Çünkü İngiltere’de Amerika’da buna çok ihtiyaç yok. Ama Türkiye buna ihtiyaç duyuyor. Dolayısıyla Türkiye’de bunun arayışı ve denemesi çok daha fazla. İnsanlar çabalıyorlar, bende bir şeyler çıkabileceğine inanıyorum.