Kapitalizm paylaşmayı sevmez, birisi güçleniyorsa hemen yollar ayrılır. Kapitalist siyasetin ahlakla, etikle ilgisi yoktur. O nedenle de kapitalist ülkelerin, birliklerin, ittifakların çatışmalarında ahlaki kaygılar aramak boşunadır.

Medyanın savaşı savaşın medyası...

Rusya-Ukrayna savaşında “hangi taraf haklı?” sorusu yanlış bir sorudur. Çünkü bu savaşta haklı olan taraf, her iki taraftan askerler de dahil, insanlardır. Peki, bu gerçeği saptamak, geleceği planlayan egemenlerin insanlara ne gibi sürprizler hazırladığını öğrenmek için ne yapabiliriz? Gerçekleri bize aktarmak zorunda olan medyaysa eğer bu görevi yerine getirebiliyor mu? Yoksa medya da taraflardan birine sırtını dayayıp “embedded” konformizmi ile üretilmiş haber bolluğunun keyfini mi sürüyor. Bu keyifli durum medyayı yakın tarihi araştırmak, olup bitenleri olgulara dayanarak aktarmak gibi zor, zahmetli işlerden kurtarmıyor mu?

Örneğin şimdiki “kahraman” Zelenskiy’nin iktidara geliş macerası ilginç, herkesin bilmesi gereken bir hikâye değil mi? Neonazilerin yükselişinin bu hikâyenin olmazsa olmaz parçası olarak haber değeri yok mu? Rusların liderinin “seçimli” indi bindi yöntemi önce sen başkan ol sonra ben, sonra gene sen ol ki ben yasakları geçebileyim, seçimi de kazanayım, alayım senden başkanlığı” hikâyesi de mi çekmiyor sizi? “Rusya’nın Çar Petro zamanından beri korunmuş ‘yaşam alanını’ savunmak, Lenin’in başımıza ördüğü çorabı çöpe atmak bana düşer” diye kostaklanan liderin, ordularını “eski sınırları koruma, Neonazileri tepeleme” bahanesiyle cephelere sürme hikâyesini de mi ilginç bulmadı yeni nesil “araştırmacı” gazetecilerimiz? “Hayır oralar senin değil bizim ‘yaşam alanımızdır’, işte hepsini de NATO üyesi yaptık senin eski yaşam alanlarının, dokun bak neler geliyor başına” diyen, yaptırımların devletlerden çok halkları etkilediğini bilmezden gelen, Tolstoy’u Dostoyevski’yi, Rusya doğumlu kedileri, orkestra yöneticilerini, tüm dünyanın birikimi olan kültür dünyasını yaptırımların kapsama alanına dahil eden ABD emperyalistlerinin tezlerini, sorgusuz sualsiz aktarmak halkın haber alma hakkına tecavüz olmuyor mu peki?

Yol ayrımındaki medya

Medyanın savaş karşısındaki tutumu iki kapılıdır. Kapılardan birisi savaşa teslim olmaya çıkar. Rahattır, savaşan tarafların sunduklarını aktarırsınız, bunların gerçek olup olmamaları, gerçeği yansıtıp yansıtmaması ilgilendirmez sizi. Yeter ki okuyanları, izleyenleri, dinleyenleri tarafların amaçlarına uygun kıvama sokma özelliği taşısın. Eh bu kadarı da sizin bunca yıllık deneyiminize, olmadı bu alanda deneyimli halkla ilişkiler şirketlerine, -onlara haber ajansı bile diyorlar- bağlılığınıza, bağımlılığınıza kalmıştır. Çok da yormayın kendinizi, işinizi kolaylaştıracak servisler, size görsel, işitsel malzeme, örneğin eski bir bilgisayar oyunundan sahneleri, güncel enstantaneler olarak servis edecek mecralar vardır. ABD’nin Irak işgalinde simsiyah petrole bulanıp fotoğraflanmış karabatağı hatırladınız mı, onun gibi malzemeler şimdi de hızla üretilip hizmetinize sunuluyor; siz de haberinizi masa başından hızla merkeze geçer, bir savaş muhabiri olarak görevinizi yaparsınız artık.

İkinci kapı zahmetlidir. Gelen bilgileri gözden geçirmeniz, doğrulamanız, eğriden, saptırılmıştan ayırmanız gerekir. Savaşlarda ölümlerle ilgili bilgilerin doğru aktarılması önemlidir; “siviller de ölüyor mu?” sorusu ayrıca önem taşır. Çünkü savaşları da bir koda bağlamak gerekmiştir; sivillerin korunması da bu kodlardan birisidir. Ama savaşlar sivilleri korumaz. Taraflardan birisi “sivillerin kalkan olarak kullanıldığını” iddia edecektir. Gazeteciye düşen bu iddianın doğru olup olmadığını araştırmaktır; ne zor, ne zahmetli bir iş. Ya da savaştan kaçan sivillerin durumunu aktarmak, başlarına geleni dosdoğru duyurmak gerekir. Savaştan kaçan sivil ama derisi renkli ya da gözleri çekik olanların sınır kapılarında, örneğin Polonya sınırında ayrımcılıkla, ırkçı davranışlarla karşılaştığını görmelisiniz; bu ırkçılık nereden kaynaklanıyor sorusunun izini sürdüğünüzde, karşınıza iktidarın korumasına mazhar olmuş ırkçı “Azof Taburu” daha doğrusu çetesi çıkabilir. Devam etmeli, üstü örtülmüş Odesa katliamını da gündeme getirmelisiniz. Getirmelisiniz çünkü bugün olup bitenlerle yakından ilgilidir. Hiç kimse sizden taraf tutmanızı istemiyor. Sizin tarafınız gerçek bilgilere ulaşmak isteyen insanlardır; Ruslar, Ukraynalılar ya da bizim ülkemizin, savaşı kaygıyla izleyen insanları. Rusların savaş karşıtlarına zorbalığını, yüzlerce protestocunun gözaltına alınmasını yazmaktan kaçınmamalısınız; bilgiye ulaşmak zor olabilir ama zaten bu kapının zor kapı olduğunu söylemedik mi? Peki tam şu günlerde neredeyse eş zamanlı yıllardır sürüp giden Yemen savaşını, orada patlayan bombaları hatırlamak, sorgulamak durumu daha iyi kavramamızı kolaylaştırmaz mı?

Gazeteci görünenle yetinmeyendir

Medyanın savaşçısı gerçekleri arar, savaşın medyası ise taraflardan birine sırtını dayamayı seçer. Bu taraflar meselesini kendine dert edinen, gerçekleri arayan medya, görünenlerin arkasında gizli manipülatörlerin bulunup bulunmadığını da merak eder. Şimdiki savaşan tarafları Rusya ile Ukrayna gibi görünüyor; gerçekten de sıcak savaşın tarafları onlardır, ölenler onların askerleri, onların yurttaşlarıdır. Ama arkadakiler tarafsız bir gözlemci kılığında Ukrayna’yı silahlandıran, bir kuşatma harekâtıyla Rusya’yı kışkırtan, savaşı ellerini ovuşturarak seyreden, silah satışında zirveyi zorlayan, Rusya’yı köşeye sıkıştırmanın zevkini çıkaran NATO’cular olmasın sakın. Öteki taraf, Rusya tarafı da saldırganlığını haklı gösterecek bir argümana sahip değil. NATO tarafından kuşatılıyor olmak, evet önemli bir dayanak noktası gibi görünüyor ama kuşatmayı yarmanın savaştan başka yolu yok mu? Neo-Nazilerle baş etmek Ukrayna halkının işi değil mi?

Medyanın savaşı her şeyden önce Sovyetler Birliği yıkıldıktan, Varşova Paktı dağıldıktan sonra zafer çığlıklarıyla kapitalizmin ebedi egemenliğini ilan eden, Rusya’yı, öteki Sovyet Cumhuriyetlerini kapitalizmin şemsiyesi altında toplamanın zevkini çıkaran emperyalistler, sisteme yeni girenlerin güçlenmesini istemediler. Kapitalizm paylaşmayı sevmez, birisi güçleniyorsa hemen yollar ayrılır. Kapitalist siyasetin ahlakla, etikle ilgisi yoktur. O nedenle de kapitalist ülkelerin, birliklerin, ittifakların çatışmalarında ahlaki kaygılar aramak boşunadır. Soğuk ya da sıcak savaşsız yapamaz onlar. Savaşlardaki kayıplar konusunda döktükleri gözyaşları da timsah gözyaşlarıdır. Şimdiki savaşla ilgili örnekler henüz taze ama Birinci Körfez Savaşı’ndan örnek verebiliriz. Gazeteci Leslie Stahl’ın “Irak’ta 5 yaşından küçük 500 bin çocuk neden öldü, yaptırımların ve bombardımanlar sonucunda elde edilecek kârın insan yaşamına değip değmediğini” sordu. ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın yanıtı ibretliktir. “Evet buna değdiğini düşünüyoruz.” (Ramsey Clark, Medya ve Savaş Yalanları içinde Yordam Kitap, sf.37) Şimdi de sahte gözyaşlarının arkasında benzer bir yanıtın bulunduğunu kanıtlamak medya savaşçılarının, gerçeği arayan gazetecilerin görevidir.

***

Aslında medyanın tutumunun fonunda kendi ülkesindeki eylemini görebilirsiniz. İçerde ne yapıyorsa dışarda da onu yapar çünkü o gazeteci. Dışarda iki kapı medyayı belirliyorsa içerde de öyledir. İçerde neye alışmışsa dışarda da onu arayıp bulacaktır. Aslında gerçek kapısını seçene gazeteci deniyorsa, öteki kapının kulu olana gazeteci denmez. Savaşın karşısında barışı savunan gazeteci nesnelliği duygusuzluk olarak algılamayandır. Çocukları, kadınları, erkekleri ve nihayet askerleri, evet onları da, öldüren savaşa karşı barışı savunmak, halka gerçekleri anlatmak medyanın ertelenmez görevidir.

Öyleyse insanı ve yaşam hakkını savunuyorsanız, barış kapısını seçin, ötekini sonsuza kadar kapatın.