Meğer umutlar sağmış... Yani ölmemiş, diriymiş! Hâlâ “Başka yol yok! Bu abluka dağıtılacak” diyenlerin devrimci sesiymiş...

Meğer umutlar sağmış... Yani ölmemiş, diriymiş! Hâlâ “Başka yol yok! Bu abluka dağıtılacak” diyenlerin devrimci sesiymiş. Diyebilirsiniz. Eh umutlar sağ-mış, baksanıza yüzde elli de değil daha fazlası sağa yönelmiş! Diyebilirsiniz.

Seçimler arifesinde, yedi yıl önceki “Umutlar Sol-muş” yazımı yeniden yayınlamıştım. Seçimlerden sonra ise yedi yıl önceki başka bir yazımın yukarıda tekrarladığım başlığı denk düştü ahvalimize.

Üç parçalı Türkiye iki buçuk parçalı hale geldi. Eskiden AKP’nin pek hâkim olmadığı sahiller ile Kürt illeri vardı. Üçüncü (büyük) parça olarak da tam hâkimiyet kurduğu geri kalan yerler. Şimdi AKP’nin borusu yarı yarıya sahillerde de ötüyor.

İkinci el-Cumhuriyet için kurulan tezgâhın adı “demokrasi” değil elbet, ama ortada bir oyun olduğu da gerçek. İşte R. T. Erdoğan bu oyunu kendi kurallarıyla oynadı, yani boks maçında tekme kullandı, futbolda elle gol attı, her bir şeyi yaptı. Ve böylece kendisine alkış tutan epey bir seyirci, kitle tabanı sağladı. “Hizmet” diye diye, rakiplerini hezimete uğrattı, kendisi ezici zafer kazandı.

Malum yaklaşık dokuz yıldır AKP’nin yapıp ettiklerinin tamamına yakınını yazdık, çizdik. Ne “Çalık Grubu” eksik kaldı ne Deniz Feneri. Ama AKP’nin göçük altındaki ölüye “işin doğasında var” demesi de, YGS rezaleti de toplam seçmenin yarısı tarafından yadırganmadı, Tekel işçilerine hunharca saldırılması da... Başka? Mesela AKP’ye oy verenler dâhil, halkımız “tarım ve hayvancılık bitti” diyor ya... Bugün artık et değil Angus yiyoruz ya... Peki, hayvancılıkla geçinen herhangi bir bölgenin oyları kime gitti? Tabii ki AKP’ye. Nükleer santralleri yapılacak illerin oyları da...

Sendikaları ve meslek odalarını dışlayan, toplumsal hakları yasaların öngördüğü şekliyle değil de “gönlünden ne koparsa” verir gibi yapan, dahası “Her neylersem güzel eylerim” despotluğundan vazgeçmeyen bir iktidar... Hem de bu sefer makarna kömür dağıtma zahmetine girmeden, “mağdurum” sızlanmasından vazgeçip gayet mağrur ve bütün kibriyle, yine işbaşına gelebildiyse, demek ki, artık daha da kostaklanacak: Ezici zafer, mağlupları daha da ezmek için kullanılacak. 

Hani İtilafçı neo- Osmanlıcılık filan diyorduk, demez olaydık... Dediklerimizin üzerine Erdoğan adeta tüy dikti: Bakar mısınız, resmen pan- İslamist bir harita koydu önümüze: Balkon konuşmasında “Ankara da kazandı, Şam da kazandı... Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu kazandı” diye kükredi. “Özet geç” deseydik, belki “bu bölgenin hâkimi ABD kazandı” derdi, bu da yeterdi.

Peki AKP ile cemaat ittifakı hangi boyuta ulaşacak? Kendi aralarında iktidar kavgası mı olacak? Cevap olarak, Ahmet Hakan “Birbirlerinin içinde eridiler, ayrı gayrı olmayan bir yapıya kavuştular ve hepsinden önemlisi bu yeni yapıyı içselleştirdiler... Artık Fethullah Gülen demek, biraz da Tayyip Erdoğan demektir” gibisinden epey iddialı bir laf etti. Bunu okuyunca beni şeytan, şey, Nuray dürttü: “Ayetullah Fethullah gelecek, yeni Anayasa asıl onun başına geçeceği bir rejim için hazırlanacak,” dedi... “Olmaz” diyemedim, çünkü bu memlekette “Yok artık o kadarı da olmaz!” dediğimiz onca şey olup bittikten sonra...

(Evet! Bu arada ne olacak CHP’nin hali? diye sorulabilir. Şimdilik cevabım bu partinin haline denk, keyfekeder: Boş ver!)

Eee? Askeri vesayet mazereti de kalmadı... Darbe olmadı, demokrasi de gelmedi. Şimdi kim asıl düşman olacak? Bunu hiç dert edinmedikleri belli; çünkü kadim “terörizm” yani komünizm tehlikesi ellerinin altında, Hopa’dan başlayan operasyonlara bakın, görürsünüz... Gününüzü! Kürt hareketi de, söylemeye gerek yok, zaten eldeki “hazır” düşman.

En iyi gelişme, “Kürt kıyameti” ihtimalinin ertelenmesiydi. Güzel oldu. Gözler haliyle Meclis’e gelecek BDP heyetinde...  Bu cenahtan gelecek başka öneriler ise belli ki sol kesimlerde tartışılacak. İttifak cephesi mi iltihak cephesi mi? Her siyasi iddianın kendi sandalyesinde (bağımsız örgütlenmesiyle) kendi dosyasıyla (bağımsız programıyla) ortak bir masa etrafında bir araya gelebilmesi mi? gibi sorulara cevaplar aranacak. Solu, sosyalistliği dizayn etmek, öyle aynı yolda “kardeşlik” mi, Kürt hareketi tarafından yapılacak “ağabeylik” mi denklemiyle üstesinden gelinebilir basit bir iddia olmasa gerek...

İyi de, bu gelinen noktada, bu seçim sonuçlarında, “bizim” hiç mi kusurumuz yok? Elbette var. Ama en basitinden başlayayım: Kendimize, olduğu kadarıyla kendi gücümüze sahip çıkamayışımızdan... Mesela? BirGün’ün halinden... Sendikalar ve meslek odalarının üyeleri de değil, sadece yöneticileri her gün bir tane BirGün gazetesi almaya üşenmeseydi, bugün tirajımız kaç olurdu? Sendikacılar kendi seslerini başka nerede duyurabiliyorlar? Ya da kendi seslerinin duyurulmasını mı istemiyorlar? (ÖDP’nin seçime “girememesi” ise apayrı acıklı bir durum.) 

Öncelikle kendimize karşı dürüst olmalıyız, bir süreliğine iğneyi de çuvaldızı da kendimize batırabilmeliyiz. Hiç olmazsa kendi gazetelerimizi alıp, kendi partilerimize sahip çıkmalıyız.

Var mı başka bir yol?

“Başka yol yok! Bu abluka dağıtılacak!”