Birinin yakını ölmüş. “Başınız sağ olsun” dedi bir arkadaş. Aynı sözün tekrarlanmasını uygun bulmayan ikinci arkadaş “Işıklar içinde uyusun” dedi ve sonra tercüme eder gibi, “Nur içinde yatsın” diye ekledi. Ateistliği herkesin malumu olan üçüncü arkadaşım, sırf diğerlerinden farklı bir söz söylemek için, “Allah sabır versin” demekten çekinmedi. Bir diğeri “Toprağı bol olsun” derken, yanımdaki “Yattığı yerde dinlensin” dedi. Sıra bana geldi. Herkes farklı sözlerle başsağlığı dilemişken benim tekrara düşmem uygun olmayacaktı. Çaresizce elde kalan son cümleyi söyledim, “Mekânı cennet olsun”

Mekânın cennet olması ölmüşleri ilgilendiren bir söz gibi düşünülür. Bu yüzden dirilerin çoğunluğu mekânları cehennem haline getirme yarışı içindedir. John Urry’nin Mekânları Tüketmek ve George Ritzer’in Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek kitapları tükenmiş mekânlar arasına sıkışmış insanlığı anlatır.

Ev ilk mekân. Eskiden tüm aile bir araya gelir ve beraberce televizyon izlerdi. Zamanla ‘çocuk odası’ diye yeni bir kavram çıktı ve bu kavram beraberinde ‘çocuk televizyonu’nu getirdi. Kutsal çekirdek aile, yeni televizyonlarla parçalandı. Şimdi artık hepimizin elinde, bize özel yayın yapan minik ‘televizyonlar’ var ve günün yarısı bu aygıtlardan Reels videoları izlemekle geçiyor. Bu videoların algoritması beğenilerimize göre kurgulandığı için ‘çirkin’ bir şey görmemiz çok zor. Tedirgin edici bir güzellik içindeyiz. “Yalan da olsa hoşuma gidiyor, söyle” diyen ustayı sosyal medya vampirleri duymuş olmalı.

Göz elitisittir, görmek istediğini görür. Güzel olana tutkumuz, çirkini görünmez kılar. Sevdiğimiz bir bina, diğer tüm berbat binaları unutturur, iyi konumlandırılmış tek bir ağaç betonla kaplı bir mekânı ormana çevirir. Güzellik fetişizmi kapitalizmin kurtarıcı meleği mi acaba? Bir mekân olarak okulu cennet gibi anımsamama imkân yok. Ama sınıfa girince bana gülümseyerek bakan sevgilimin yanına oturmak, en yerli ve milli okulu bile cennet yapmak için yeterli. O varsa, diğer her şeye katlanılır.

Mekânların en cenneti camiler olabilir. Çocukluğumda cami çok mutlu olduğum yerlerden biriydi. Topluca kılınan namazlar, bir çocuğu, bir fakiri ve ihtiyar bir zengini aynı safta bir araya getirirdi. Namaz bitince işçi işine, patron köşküne gideceği herkes tarafından bilindiği halde, orada, o anda herkesin eşit olduğu bir komünist ütopyanın içinde olurduk. Çocukların camiye girmesine izin verilir, fazla gürültü yapmadıkça oynamalarına da göz yumulurdu. Camide öyle güvendesindir ki, orada Allah’tan bile korkmana gerek yoktur. İçindeki tek korku, pazardan üç kuruşa alınmış naylon terliklerinin terliksiz çocuklar tarafından çalınması korkusudur.

AKP iktidarı kendi isteği dışında olan mekânlara karşı hiç hoşgörülü olmadı. Öğretmen Evi, Polis Evi gibi mekânlarda alkol satışını yasaklaması dümdüz bir insan hakları ihlali ve açık bir faşist uygulama. Yetişkin bir insanın maaşından kesilen ödenekle yapılan bir mekânda demlenmesini kim engelleyebilir? Bundan devlete ne? İçkili mekânda içki içmek zorunlu mu? Yıllarca bu konuda yazdım. “Memlekette bu kadar dert varken, buna niye taktın?” diyenler oldu. Faşizmin azı çoğu olmaz, bir şeye göz yumarsan sonra daha beteri gelir. Geldi de zaten.

Alkolle mekân ilişkisini yok etmek için meyhaneler de hedef oldu... İnsanların ilk kadehlerde çok ses çıkmasın diye masadan karşıya uzanarak konuştuğu, gece yarısına doğru herkesin yüksek sesle kahkahalara boğulduğu; kiminin kalabalık içinde yalnız kalarak kadehini sıktığı, kiminin topuklusunu çıkarıp oynamaya başladığı gülüş cümbüş mekânları. Masadaki hikâye anlatıcının dili iki kadehten sonra açılır ve dinleyicileri ustaca finaldeki can alıcı cümleye sürükler. O cümleyi söylediğinde bir an herkesin gözünün ıslandığını fark edersin ve senin de o halde olduğun anlaşılmasın diye garsona döner ve seslenirsin, “Bi yetmişlik daha”.

Küçükken Bursa’da işçilerin fabrika çıkışı çılbırla beraber iki tek attığı minik meyhaneler vardı, artık galiba hiçbiri kalmadı. Alkole yapılan inanılmaz zamlar, işçi sınıfını meyhaneden, birahaneden koparttı. Devletin alkolden kazandığı vergi geliri artıyor mu, hiç emin değilim. Meyhaneler kapanıyor ve emekli amcalar etil alkol şişeleri arasında Walter White kesiliyor. Sanırım AKP’nin derdi alkolle değil, mekânla... Norm Ender’in “Mekânın sahibi geldi” şarkısı Türkiye’nin iki yüzyıllık tarihinin özeti gibi. Mekânın sahibi aslında kim? Biz mi, onlar mı? Proudhon “Mülkiyet hırsızlıktır” demiş. Onu bu sözü söylediğinde dinleseydik, iki yüz yıldır süren mekân savaşımız hiç yaşanmayabilirdi.

Dünyanın büyüsü belki sahiden de bozuldu veya belki eğlenceli bir TikTok videosu çekmek gibi yeni büyüler keşfedildi. İktidar kendi mekânlarını pompalarken, bizim mekânlarımızı tüketmeye çalışıyor. Mekânımıza sahip çıkmak, hayatımıza sahip çıkmak demek.

Bizim mekânımız varılacak yerden önce, yürünecek yoldur, yoldaşlarımızla el ele. Dört duvar şart mı mekân için? En güzel mekânlar eylemle, direnişle, dostlukla, paylaşmakla oluşur. Bizim mekânlarımız haramsız rakı sofralarıdır, tersi değil.

Nazım’ın dediği gibi, “Bu cehennem, bu cennet bizim”, Hayyam’ın dediği gibi, “İç şarabı cennet et dünyayı”

Mekânınız cennet olsun. Ve hemen, şimdi olsun.