Cins Cins Mekân. Mekânın cinsliğine ya da cins’in mekânsallığına girip oradan cins’in aynılığından kaçıp garip’liğindeki farklılıklara, sınırlara uğrayıp mekân mekân cinsliklere ulaşacağınız şahane bir hikâye… Derleyen Ayten Alkan

‘Mekân’ belası

HİLAL KARA

Senaryo ve yönetmenlik dersi verdiğim genç meslektaşlarımı kendi yaşamlarını incelemeye teşvik ediyorum. Bunu herhangi bir kitap veya metin değil, kendileri için yapmalılar. Neler oldu? Sizi buralara ne getirdi? Bunu bilmek zorundasınız. Başlangıç noktası budur. Beni bu noktaya getiren şeyi anlamaya çalışıyorum, çünkü yaşamınızın inanılır, amaçsız bir analizini yapmadan hikâye anlatamazsınız. Kendi hayatını anlamıyorsan ne hikâyelerdeki karakterlerin ne de diğer insanların hayatlarını anlayabilirsin.” Kieslowski

Kieslowski’nin Üç Renk: Mavi filminde Julie bir araba kazasında kızını ve eşini kaybeder. Film, Julie’nin bu derin acıyla varolma süreçlerine temas eder. Çeşitli nesne ve mekânlarla kurulan ilişkiler, Julie’ye hem bir hapsoluş hem de bir çıkış yolu oluverir. Ana karakter için, sıklıkla kendini attığı havuz hem bir yeniden doğuş hem de acıya tekrar ve tekrar sığınmanın, bir başka deyişle unutmamanın mekânsal bir sunumudur. Julie ve Kieslowski’ye uğramamın sebebi, ikisinin de bana mekânla ilişki kurmamı sağlayacak ya da kurduğum eski ilişkileri hatırlatacak hisleri vermeleri. Kieslowski’den yola çıkarsak, beni de buraya getiren şey sorular sorup yanıtlar beklediğim ya da sorularının izinden giderek keşifler yaptığım ve bir oyun arkadaşı olarak seçtiğim mekân oldu. “Varoluş, var olunan yer” tanımlarıyla kendine yer bulan mekân, tanımının ve adının hakkını veren bir olgu ve hatta zamanı sürükleyen, performans/eylemi anlatabilen, hem sabitliği hem devingenliği çağrıştırabilen, öznelliği-genelliği çarpıştırabilen oldukça renkli bir olgu. Dosdoğru dillendirmek gerek; mekân hakikaten de “cins” bir şey.
“Cins”, tür/soy anlamlarına gelirken; “cinsiyet” Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türki’sinde “…aynı kavimden olma, mensub bulunan kavm ve kabile…” olarak ifade ediliyor. TDK sözlüğünde, cins “tür, soy, kök” iken; cinsiyet; “bireye, üreme işinde ayrı bir rol veren ve erkekle dişiyi ayırt ettiren yaradılış özelliği, eşey, cinslik, seks” şeklinde tanımlanıyor. Kavramlarla kurduğumuz bağlar, onları tanımlama biçimlerimize sirayet ediyor. Oldukça açık ki, “cins” ve “cinsiyet” katı bir aynılığa referans veriyor fakat TDK’nın “cins”in sıfat olarak tanımı “garip, tuhaf”. Konuşma dilinde sıklıkla kullandığımız bir şey: Ne cins bir şeysin! Garip ve türden gelen bir aynılık anlamlarını içinde barındıran “cins” ve “cinsiyet”’in yanına toplumsal sıfatıyla zihnimi daha da karıştıran “toplumsal cinsiyet”i de koyduğumuzda bir de bunların yanına da benim sevgili oyun arkadaşımı (mekân) da eklediğimizde - minik bir soru: hâlihazırda cinsiyet toplumsal değil midir, neden “toplumsal”ı yineleriz?- tablo oldukça “cins” bir hal alıyor ve oyun daha keyifli hale geliyor.

Michel de Certau’nun yer’in gündelik pratiklerde nesne/beden ile kurulan ilişki üzerinden eylem/performans yoluyla mekâna dönüştüğü üzerine ilham verici fikri, cins ve mekân ile çıktığımız anlam oyununda iyi bir ipucu zira bizi bu metne sebep olan bir çalışmaya götürüyor: Cins Cins Mekân… Mekânın cinsliğine ya da cins’in mekânsallığına girip oradan cins’in aynılığından kaçıp garip’liğindeki farklılıklara, sınırlara uğrayıp mekân mekân cinsliklere ulaşacağınız şahane bir hikâye… Certau’nun fikrindeki her parça hikâyenin her yerinde. Gündelik pratikler, nesne/beden, eylem/performans… Cins Cins Mekân, birbirinin alanına girip çıkan, ortaklaşan ve farklılaşan 12 farklı hikâyenin derlemesi. Her hikâye farklı bir cinslikte, farklı bir mekân ifadesinde. Soruları arttıracak, zihinleri daha da bulandırıp cins ve mekân ile oynanan oyunu daha da keyifli kılacak şahane bir enstrüman. Her hikâyenin mekânın cinsliğini ele alış biçimdeki bir başlangıç noktası var. Levent Şentürk “Eril Kente Dönüş” makalesinde mimarlığın eril dilinin kabulünde eril kenti başlangıç noktası olarak imleyip eril kente bir dönüş öneriyor ve bu kentin çatlaklarının çokluğunu keşfetmenin eleştirel bir tasarımın olanaklılığına bir kapı aralıyor. Çatlaklardan sızıp çoğulluğun hakkını vererek eylem’e doğru bir düşünce ufku yaratıyor.

Eril Kente Dönüş, Aksu Bora’nın kaleminde ev’e ulaşıyor. Kadın ve ev arasındaki mutlak görünümlü muğlak ilişki, eve hapsolma ya da evden kaçma-aynı Julie’nin havuz ile kurduğu bağ gibi (bizim yorumumuz)- ikiliklerle ilintilenerek ev’in modernleşme ve ulus üretim süreçlerindeki rolü, sınırların, içermelerin ve dışlamaların kurgusundaki merkeziliği dillendiriliyor. Ev’den çizilen sınırların yolu ihlallere düşüyor. Serpil Çakır çalışmasında Osmanlı modernleşme sürecinde kadınların giyim, kuşam ve kent içi dolaşımının düzenlenmesine yönelik çıkarılan fermanların izinde tanımlanmış mekânsal konumlar-sınırlar ve bunlara yanıt olarak yöneltilen itirazları-ihlalleri keşfediyor. Sınırlar ve ihlallerin evin mekânsal tasarımındaki yeri, Yasemin İnce Güney’in yola çıkış noktası oluyor. Güney, 1920’lerin Ankara apartmanlarının içine girip 1980’lere değin konut kültürünün tarihsel ve mekânsal örüntüsünü ortaya koyuyor. Mahremiyet algısının değişiminden, konut içi sınırların tasarımına kadar kurgusal bir ev’in tarihi aktarılıyor. Eril Kent’te dolanırken ev’lerin içine giriliyor, çıkılıyor ve bir başka cins mekâna uğranıyor: hamamlar. Buraya uğranılınca sadece burada kalınıyor sanmayınız, Elif Ekin Akşit bedenin şehirle birleşme yerlerinden, saklı olandan görünür olana keskin bir çizgi çekerek, bir “kadın şehir kullanım haritası” çıkarıyor.
Peki ya erkek şehir kullanım haritasına baksak ve haritanın en koyu yerini işaretlensek bu mekân hiç şüphesiz kahvehanedir. Erkek olmanın kurallarının hap haline getirilip yutulduğu; hareketiyle, bakışıyla, tavrıyla, edasıyla her tür erkekliğin detaylıca hatmedildiği, cinsi(yeti) erkek olan mekân. Hülya Arık bir ihlal yapıyor; sınırları “erkekçe” çizilmiş bu mekâna bir kadın olarak giriyor ve erkekliklerin eylem haline bizi götürüp başka tarz cinsiyet tahakkümlerinin altını çiziyor: erkeğin erkeğe tahakkümü. Görüşmecilerin ifadelerinde kahvehanede diğer erkeklerin yanında nasıl daha da erkek olduklarının ifadeleri yakalanıyor. Hikâyeler arasında gidip gelirken mekânda hareket halinde gibisiniz. Mekânın her cinsine bulunduğunuz yerden değil de dolanarak temas ediyorsunuz. En erkek alandan en kıyılara, en kadın alanlardan en “ahlaksızlar”ın mekânına ya da mekânsızlara; sığınmacı kadınlara… Hikâyelerin çizdiği yollar, vardıkları yerler, yönleri bazen kesişip bazen birbirinden uzaklaşsa da Ayten Alkan’ın derlemesiyle başlangıç noktaları birleşiyor. İçinde kendinizi bırakıp zamansızca, anlamlı ya da anlamsızca dolanacağınız sınırsız, bol ihlalli, her çeşitli-cinsli, bol “tuhaf ve garip”li bir kentsel deneyim yaşadığınız. En sonunda deniyor ki; iyi ki mekânlar var ve de iyi ki cinsler!