Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filminde, Amerikalı nişanlı çift, Gil ve Inez küçük bir tatil için Paris’in yolunu tutar. Başta her şey kenti gezmekten ibarettir. Ancak Gil’in Paris caddelerinde gece yarısı yaşadığı gerçeküstü maceralar yalnızca onun değil herkesin hayatını değiştirir. Her gece yarısı gelen bir araba, onu alıp zamanın başka dilimindeki bir meyhaneye götürür. Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Salvador Dali çıkar karşısına.

Mekan, insanların ruhuyla değerlenir. Tzara ile Eluard’ın yüreklerinde kocaman heyecanla atıştığı, Picasso ile Debussy’in yeni bir opera tasarımı için tartıştığı, Aragon’un aşkından kendini unuttuğu yerlerdir oralar. Belki bir fevkaladelik yoktur hiçbirinde. Anılar, yaşanmışlıklarla bezelidir. Büyük dönüşümlere tanıklık etmiştir kimi. “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” yazısının asıldığı duvarlar konuşsa da anlatsa! Bir kadın, içindeki isyan ateşi yanarken bar sandalyesinin üstüne çıkıp enternasyonal marşını söylüyor, komün günlerinde aşkla devrim sevişirken yine aynı meyhanede akşamları sevda şiirleri okunuyordur. Dünya savaşına giderken asker uğurlayan aşıklar gözyaşlarını orada döküyordur. İkinci Dünya Savaşı’nda Paris kuşatması öncesinde, mesela Almanya’nın Paris’e asla ve kat’a saldırmayacağına dair çıkarımlar yapılıyor, kimi zaman aydın aymazlığının varabileceği noktalar bir yara gibi karşımıza çıkıyordur. Ne olursa olsun, tarihsel birikimin mirası, önemli kamusal mekânlardır her biri.

Ayla Kutlu’nun “Emir Bey’in Kızları” romanında Urfa milletvekili Emir Bey Milli Mücadele döneminde Taşhan’da kalır. O tarihlerde meydanın adı Ulus değildir henüz. Herkes yer tarif ederken “Taşhan Meydanı” der birbirine. Taşhan’ın sahibi, Cemal Taşhan’dır. Oğlu ise, iri cüsseli, “komünist şair” Suphi Taşhan. Cemal Bey’in ölümü sonrasında yaşanan ekonomik krizin hemen ardından Taşhan satılır. Zaten bir süre sonra da Suphi Taşhan, komünist olduğu gerekçesiyle sürülür. Şairin, bir zamanlar Taşhan’ın müdavimi İnönü arasındaki şu telefon konuşması ise rivayet değil gerçektir: “Ooo! Suphi nasılsın?”/“Teşekkür ederim, efendim.”/“Bir ihtiyacın, isteğin var mı?”/“Sağlığınız ve MİT’in kaldırılması, efendim.”

Nâzım Hikmet’in Bursa Cezaevi’nde yatarken, bir mukavvanın üstüne yazıp ranzasına Suphi Taşhan’ın dizelerini astığı söylenir: “Bahar beklediğimi getirmedi/ Bahar yine gelir.” Nitekim geriye Taşhan kalmaz. Artık unutulmuş bir yerdir orası.

Ankara Ulus’ta sahibi Kürt Mehmet’ten ötürü “Kürdün Meyhanesi” diye anılan meyhaneye sıklıkla Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Ahmet Muhip Dıranas, Nusret Hızır, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan Berk, Ceyhun Atuf Kansu, Mehmet Kemal, Orhan Peker, Nurullah Ataç gider. Yurdun çeşitli yerlerinden de edebiyat meraklıları sırf onları görebilmek için meyhaneye akın eder. Bu nedenle siyasi işlere bakan 1. Şube’nin sivil polisleri burayı mesken tutar. Bir kısmı kendini gizlemez ve gelip bir köşeye oturur. Zaman ilerleyip kafalar cilalandığında polislerle aradaki buzlar erir, kadehler karşılıklı tokuşturulur, sohbet bile edilir. Bazen de yeni bir sivil polis taşradan gelmiş genç bir şair görünümünde meyhaneye girer ve sohbet başlatır. Eski kurtların durumu anlaması uzun sürmez. Yine de sohbet bozulmaz! Kürdün Meyhanesi çoktan kapandı gitti. Yerinde yeller esiyor.

Yıl 1927’dir. Cebeci’deki Şakir Ağa’nın Hanı ve çevresindeki birkaç ev yıkılıp yeniden düzenlenerek Devlet Konservatuvarı binası haline dönüştürülecektir. Binanın temeli atılırken sol arka açısına bir hatıra şişesi bir de bozuk para bırakılır. Hatıra şişesinin içine geleceğin sanatkârlarına yazılmış mektup vardır. Mektup; “Ey geleceğin sanatkârları; bugün temelini attığımız yapı, bu ülkenin sanat yolunu açacak bir ulvi amaçla inşa ediliyor. Tek hayalimiz, vereceğiniz büyük eserlerle bu toprakların manevî ruhunda şerefle yer almanızdır.” satırlarıyla başlamaktadır. O şişe bugün Mamak Belediyesi binasının altında! Ne alakası var, demeyin. Konservatuvar önce Cebeci’den Beşevler’e oradan da Beytepe’ye sürgün edildi de ondan. Siz hiç dünyada on yılda bir taşınan köklü bir konservatuvar duydunuz mu?

Ezcümle, Woody Allen, Paris’e değil memleketime gelse filmini çekecek geçmişe dair bir mekan bulamaz. Bu ülkede doğanın, sanatın, her türlü değerin talan edilmesine alıştık ama bellek mekanla tazeleniyor. Ya onu ne yapacağız?