Ağrım gözlerimi kör etmiş olsa gerek. Önümü zar zor görerek sokakta yürürken birden mektuplaşma duvarımızın önünde, diz çökmüş oturan birinin bir şeyler yazmaya hazırlandığını gördüm

Mektuplaşma duvarı

YEŞİM COŞKUN / yesim1coskun@gmail.com

Rutinlere inanmam. İnsan isterse kendine, gündelik hayatın monotonluğundan uzaklaşmasını sağlayacak birçok hobi bulabilir. Beş yıldır aynı parfümeri dükkânında çalışıyorum ama işim benim için hiçbir zaman sıkıcı hâle gelmedi. Her sabah aynı iştahla vitrinden en sevdiğim yasemin özlü parfümü seçip çıkarıyor ve her yeni müşteriyi, kokusunu arayan bir çiçeği karşılar gibi nezaketle karşılıyorum.

Akşamları eve dönerken, sol hizasını Kadife Park’ın üstü yazılarla dolu beton duvarlarının kapladığı Tarçınlı Sokak’tan geçerek yolumu uzatıyorum. Tarçınlı Sokak’ta yürümek benim için, dişçi randevunu beklerken zaman geçsin diye okuduğun keyifli bir kitap gibi. Hayatın yavan yönlerini, hikâyelerle tatlandırmayı seviyorum.

Bir gün yine Tarçınlı Sokak’ta, duvar yazılarını okuyarak yürürken henüz yeni yazılmış bir yazıya denk geldim. Ayaz&İnci. Duvara iki isim yazılmış, altına da önceki günün tarihi atılmıştı. İnsanlar âşık olunca çocuklaşırlar; “Hayatta yapmam... Olur mu öyle şey?” dedikleri şeyleri yapmak için can atar, toplumun kasvetli ön yargılarını eskisi kadar umursamaz olurlar, biliyorum. Bu yüzden hiç dalga geçmem böyle şeylerle. Âşık insanların sevdiklerini, daha da önemlisi sevildiklerini duyurma ihtiyaçlarını anlarım. Dünyada aslolan şey insanın duyguları değil de daha pahalı kravatlar takıp daha kibirli makamlara yükselmesiymiş gibi yapanları ise hiç sevmem.

Sonraki günlerde Tarçınlı Sokak’tan eve gidip gelirken duvara adlarını yazan Ayaz ve İnci’nin nasıl insanlar olduklarını defalarca düşündüm. İnci, güzel bir genç kadındı. Hayalperestti, romantikti, inceydi ve yüzü hep gülerdi. Ayaz en çok İnci’nin gülen yüzünü sevmişti. Ayaz’a gelince, o her şey hakkında konuşabileceğiniz biriydi. Çok kitap okurdu, çok bilgiliydi ve bilgisi onu kibirli birine dönüştürmemişti.

Ben hiç tanışmadığım bu çiftin nasıl bir yaşantıya sahip olduğunu düşünedururken aylar geçti. Sonra bir gün neden bilmem kafama bir ihtimal takıldı. Belki de çoktan ayrılmışlardı. Ne olduğunu merak ettim ve Tarçınlı Sokak’a gidip İnci ve Ayaz’ın adının altına “Hâlâ birlikte misiniz?” yazdım. Yaptığım belki de densizceydi, biliyorum. Fakat ertesi gün bunun böyle olmadığını gördüm. Sorumu anlayışla karşılamış, üstüne bir de cevap verme nezaketi göstermişti Ayaz ya da İnci. “Ayrıldık,” yazılmıştı sorumun altına. Hiçbir ayrıntı yok, sadece bu kadar. El yazısıyla “Üzüldüm,” yazabildim ben de sadece. Acaba bana cevap veren kimdi? İnci mi, Ayaz mı? Daha önce duvara adlarını yazan kimse cevabı veren de o olmalıydı. Çünkü duvardaki el yazıları aynıydı.

Akşam işten eve dönerken artık iyiden iyiye mektuplaşma köşesine çevirdiğimiz duvarda “Siz kimsiniz?” yazdığını gördüm. Ne demeliydim ki? “Meraklı bir okuyucuyum sadece.” “Aylardır hikâyenizi düşünen biriyim.” Bu kadar ayrıntı vermemeye karar verdim, sadece ismimi yazmak en iyisiydi. “Ben Nilüfer.”

Eve gidip uyudum. Yarın sabah cevap gelecek miydi? Gelirse ne yazılmış olacaktı? Heyecanlıydım ve tatlı heyecanım uykumu kaçırmak yerine kuvvetli bir ağrı kesici etkisi göstererek tüm yorgunluğumu üstümden çekip alıyor, sert yatağımı bile pamuktan zemine dönüştürerek beni bulutların üstünde bir uykuya bırakıyordu.

Sabah heyecanla evden çıktım. Duvarda yeni bir cevap yoktu. İşe gittim. İlk defa yasemin kokusunu vitrinden çıkarmadım o gün, canım sıkkındı. Öğleden sonra karnıma bir ağrı saplandı. Dayanamadım, izin istedim. Alışkanlık gereği Tarçınlı Sokak’a girdim yine. Duvardaki yazılara öylesine bakınarak eve doğru yürümeye başladım. İnci ve Ayaz’a kızıyordum nedensizce. Ama en çok da kendime kızıyordum. Neden onların ilişkisinden kendime macera devşirmiştim ki?

Ağrım gözlerimi kör etmiş olsa gerek. Önümü zar zor görerek sokakta yürürken birden mektuplaşma duvarımızın önünde, diz çökmüş oturan birinin bir şeyler yazmaya hazırlandığını gördüm. Baktığım kişinin Ayaz olduğunu anlamam birkaç saniyemi aldı. Ne yapmalıydım şimdi? Bundan başka şans geçmeyebilirdi elime. Aylardır merak ettiğim hikâyeyi dinlemek için kahramanıma yanaştım. “Merhaba Ayaz,” dedim titreyen sesimle, “ben Nilüfer.”

Ayaz tam olarak kafamda canlandırdığım gibi biriydi. Yakışıklıydı evet, elbette böyle düşünmüştüm. Akıllıydı, cana yakındı. Kadife Park’ın içindeki çay bahçesine geçip oturduk. Bana hikâyelerini anlattı. İnci’ye kızmış olsa da kötü söz etmiyordu ondan. Hep doğru kelimeleri seçiyor, doğru vurgularla kendini anlatıyordu. İlişkileri başladıktan bir ay sonra “yapamadığını, eski sevgilisine dönmek istediğini” söylemişti İnci. Ayaz onun duygularına kızmıyordu ancak eğer böyle hissediyorsa neden onunla olmuştu ki?

İnci ile olan hikâyesini geride hiçbir soru bırakmayacak şekilde konuşup noktaladıktan sonra kendi hayatlarımızdan konuşmaya başladık. Bana sevdiği kitapları anlattı Ayaz, ben de ona sevdiğim kokuları. Ona sabahki stresli hâlimden bahsettim, merakım yüzünden karnıma ağrılar girdiğinden. Kahkahâlârla güldük birlikte. Sonra Tarçınlı Sokak’ta birlikte yürüdük, beni evime bıraktı. Yaşadığım apartmanın bahçe girişinde el sıkışarak ayrılırken birden gözlerimin içine baktı. “Sen hep gülüyorsun, ne güzel,” dedi. Ben bu sözü bir yerden hatırlıyordum. Aylarca kahramanlarımın nasıl insanlar olduğunu düşünürken gülmeyi İnci’ye, gülen yüzü sevmeyi ise Ayaz’a yakıştırmıştım. İnsan yerinde olmak istediği kadını, hep kendinden yola çıkarak mı seçerdi?

Ayaz ve ben. Mektuplaşma duvarı, belki de hikâyemiz için sadece bir giriş cümlesiydi.