Hava soğuk… Buz gibi esen rüzgârın içinde yürüyorum. Genç intiharları düşünüyorum bir yandan. İçime oturan ölümleri… Üzüntü, umutsuzluk, çaresizlik, toplum, sistem, pek çok şeye suç atılabilir ve gerçekten suçlular da... Benim en çok üzerinde durduğum şey ise anlam… İnsanın hayatını yaşamaya değer bulup bulmaması, hayatına yüklediği anlamla ilişkili. Eğer anlamlı bir hayat sürdüğünü düşünüyorsa, çektiği bütün acılar bile anlamlı bir hikâyenin detayına dönüşüp o kişiye güç verebilir.

Netflix’te ‘Messiah’ adlı diziden birkaç bölüm izlemiştim geçenlerde. Suriye savaşının ortasında Mesih’in belirmesi, mucizeler gerçekleştirmesi, insanları bir araya getirip harekete geçiriyordu dizide. Mesih, peygamber, lider, yani ‘kurtarıcı’nın en önemli özelliği, her şeyin cevabına sahip olduğunu iddia eden anlamlı bir hayat vaat etmesi değil mi? Dinlerin ve ideolojilerin güç aldığı temel, anlam, anlamsızlığa yanıt. Post-truth diye adlandırılan bu çağda, gerçekliğin kişiye özel yeniden kurgulanabildiği ya da yaratıldığı bir zamanda, anlamsızlık içten içe her şeyi çürütüyor. Kendini işine, evliliğine, aşkına, davasına adamış biri, bir bakıyor ki, adadığı şey gerçek değil. Asıl yıkım da, anlamlı olduğunu düşündüğü hayatla ilgili yaşadığı bu hayal kırıklığıyla ortaya çıkıyor. Altındaki zemin kaybolduğu için derin bir boşluk ve anlamsızlık içinde bulabiliyor kendini. Kişinin böyle bir yıkımdan sonra, yeniden gerçeklik zeminini kurması kolay değil, ama bunu bir kere başardığında, hayatla bağlarının daha da güçleneceği öngörülebilir. Hayal kırıklıklarından bir yıkım ve anlamsızlık çıkarmak yerine, daha gerçekçi ve güçlü hayaller kurabilmek için faydalanmak…
Söylemesi kolay elbette, ama yapabilmek hiç de kolay bir şey değil. Knausgaard’ın ‘Kavgam’ adlı romanındaki bir tespiti, yine de bunun başarılabileceğine dair bir umut veriyor: “Bütün çocuklar hayat dolu­dur ve içgüdüsel olarak mutluluğa eğilimlidir, insanın onlara iyi davranacak fazladan biraz enerjisi olduğunda dik başlılıklarını ya da öfkelerini birkaç dakika içinde unuturlar.” Knausgaard, doğru söylüyor, ama çocuklar aynı zamanda mutsuzluğu da eğilimlidir, yetişkinler gibi. Frued’un yaşam ve ölüm içgüdüleriyle açıkladığı durum. İlginç olan mutsuzluğu yaşayabilmeyi öğrenmiş birinin mutluluğu da daha kolay ve keyifli yaşayabilmesi. Karl Jaspers’ın “Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir” sözündeki gibi, ölmeyi öğrenmedikçe iyi ve anlamlı bir yaşam sürmek kolay değil.

Eugenio Borgna, ‘Melankoli’ adlı eserinde, Leopardi’yi anarak, bütün önemli filozof ve şairlerin gerçekte melankolik kişiler olduklarını iddia eder. Leopardi’ye göre, bütün mesele dengedir, mutluluğa ve mutsuzluğa eğilimde denge… Hipomani denilen, kişinin şaşırtıcı bir biçimde aşırı canlı ve neşeli olma halinin, gerçekte telafi edici bir durum olduğu ve içerdeki bir hüznü bastırmak için ortaya çıktığı biliniyor. Leopardi’ye göre melankoli, insan olma halinden koparılamayacak bir ruh hali ve gerçekte her şeyin anlamını ve ışıltısını sorgulatarak hakiki esini bulmamızı sağlayan bir güç. Yoksa o da, öylesine derin bir melankoli içine düşüyor ki, umutsuzluk bile bir hiç’e dönüşebiliyor onun için. Leopardi, yaşadığı o melankoliden kaçmaya çalışmıyor, günümüzde pek çok insanın yaptığı gibi hüzünlenmeyi bir acizlik ya da hastalık gibi yaşamıyor, melankolisine severek yaklaşıyor ve ondan anlamlar çıkarıyor. Karl Jaspers’ın dediği gibi, bizim için kurulmuş bu insanlık çadırının dışına çıkıp gerçek varoluşumuzu yaşamamız, yalnızlığa, ölüm korkusuna, hüzne, acıya dayanabilme ve yüzleşebilme cesaretini gösterebilmemizle mümkün. İnsanın bir kurtarıcıya ihtiyacı yok, dışarıdan ona verilen her anlam her zaman geçici olacak, acılarla baş etmesine yardımcı olacak anlamı, ancak kendisi, kendi hayatından, hikâyesinden bulup çıkarabilir.