Çetin Altan’ı melek veya şeytan türü sıfatlarla anmaya çalışmak, üçüncü dünya ülkesi ahmaklığıdır. Doğru olan bunun ötesinde bir ölçütle yaklaşmaktır; yazarlara, sanatçılara, düşünürlere…

Melek mi, şeytan mı Çetin Altan?

Tüm yüzüne yayılmış o tanıdık gülümsemeyle çıkıyordu merdivenleri Çetin Altan. Az önce ‘Dilekçe’ oyunu galası tamamlanmış, kuliste heyecanla bekliyorduk onu; Esmeray Abla, Hayrettin Aslan, Tunç Özdil, Murat Akkoyunlu, Billur Kalkavan, Vural Buldu, Özdemir Çiftçioğlu, Tarkan Koç ve ben. Oyuncuların mutluluğu yüzlerinden okunuyordu, ben tam bir gerginlik içindeydim, yaklaşınca Çetin Abi rahatladım. Herkese sarıldı, kutladı. Bana yaklaştı ve kulağıma: “Bu memleket beni dayak yiyen vekil olarak bilir, dönek olarak bilir, geveze olarak bilir, yazar olarak bilir de, tiyatrocu olarak bilmez. Sen beni onlarla yeniden tanıştırdın” dedi.

melek-mi-seytan-mi-cetin-altan-86632-1.
Çok beğenmişti yönettiğim oyunu. Yere göğe koyamıyordu bizi. Defalarca geldi izledi. Kahkahasını, alkışını eksik etmedi. Tam bir tiyatro tutkunuydu Çetin Altan. Bir gün “Nasıl oyun yazılır?” diye tartışırken; “Tabanca atar gibi yazacaksın, bir solukta. Eğer hemen tamamlayamazsan, o oyun olmaz” dedi. Uzun süre yasaklı kalmıştı oyunları. Tozlu raftan çıkarıp üzerinde hayli emek vererek, biraz da riskli bir yorumla sahnelemiştim. Tek kuruş telif istememişti, oyunu oynanıyor diye, neredeyse minnettardı Çetin Abi. Öldüğü gün ilk bunlar geldi aklıma.


“Dilekçe”yi dostları görsün istiyordu. Çocuksu bir sevinçle! Nebil Özgentürk’ü davet etmiş bir gün. Nebil geldi oyuna. Ben de izleyecek sandım; baktım karanlıkta çıkmış dışarı, daha ilk karşılaşmamız; “Yahu benim işim var, gitmem lazım. Çetin Abi kaçtığımı anlarsa öldürür beni” dedi. “Ben ne yapabilirim” diye sorgulayan gözlerle bakmışım ki: “Eğer oyunla ilgili yazı yazarsam kuşkulanmaz. İyisi mi sen bana iki satır yaz da yayınlayayım” dedi Nebil. Böylece kendi yönettiğim oyuna eleştiri yazma başarısını da göstermiş oldum. Çetin Abi göçtü. İçimde yaradır bir türlü söyleyemedim Çetin Abi’ye.

KULAĞIMA KÜPEDİR YANITI
melek-mi-seytan-mi-cetin-altan-86633-1.
Oyun döneminde uzunca söyleşirdik Göztepe’deki evde. Sabahlara dek süren birkaç buluşma oldu. Yazı üstüne konuştuğumuzda meraklanır, sık soru sorardım. “Ahmet Altan romancılığını nasıl buluyorsunuz?” dediğimde, “İnsan çocuğunun yazdığını nasıl bulursa, ben de öyle buluyorum” dedi. Kulağıma küpedir bu yanıt. Nasıl ki bir insan çocuğunun suçları konusunda şahit gösterilip gerçeği söyleme konusunda zorlanamazsa; demek sanatsal yeti, estetik, etik konusunda da, her kim olursa olsun nesnel olmaya zorlanamazmış. Öğrendim. Haklıydı. Yalnız, bir keresinde “Ahmet yazıyı sevmez” dedi.


Konuşmayı, sigarayı, içkiyi, kadınları sevdiğini anlatmama gerek yok sanırım. İlk gençliğinde Ankara’da; yazar, şair dostlarıyla akşamları takıldıkları bir kulüpten söz etti Çetin Abi. Dost meclisi hep erkek… Ceplerinde beş para olmadığını, bu yüzden beyaz leblebiyle rakı içtiklerini anlattı. Ucu ucuna hesap ödeyebildiklerini, masada oturup yemekli sohbet edenlere gıptayla baktıklarını anlattı. Yıllar sonra bir televizyoncu kadın Çetin Abi’yle söyleşiye gelmiş. Gençliğinin Ankarası’nı sorunca Çetin Abi’ye, bu öyküyü anlatmış o da. Söyleşiyi yapan ısrarla: “Peki neden sadece erkek?” diye sormuş. Çetin Abi duymazdan gelmiş, kadın ısrarla soruyu yineleyince: “Yahu paramız yok dedik ya. Kadınlar bizle ne yapsın…” deyivermiş. Açıktı sözünde…

YAZMAK BİR YAZGIYDI
melek-mi-seytan-mi-cetin-altan-86634-1.
Yine edebiyat, gazetecilik, sanat söyleşili bir gecede: “Ben dünyanın en büyük yazarıyım” dedi. Etrafta bir sessizlik… Elbet söz Çetin Altan’dan gelince kulak kesildik: “Ne baktınız. Elbet dünyanın en büyük yazarıyım. Nitelik olarak değil ama nicelik olarak öyleyim” dedi. “Hayatta kalmak için hep yazdım. Sayısız kitabım var. Evimi geçindirmek, çocuklara bakmak, yaşamak için yazdım” diye ekledi, hemen sigarasını yaktı. Nedense o sözü, ifadesi çok dokundu bana. Yazmak bir yazgı olmuş. Soluksuz, durmaksızın yazmak…


Daha önce çok kez anlattım, yineleyeyim. “İki tür yazar var” derdi Çetin Altan. “Çok konuşan ve hep susan. Ben ilkine örneğim, Salah Birsel ikincisine” saptamasına hak verdim yıllar sonra. Ben de ilkine dahilim. Söyleşilerde geniş yolculuklara çıkılır, sorgulamalara girişilir, berrak bir akıl yürütme edinilirdi. Öğüt vermeyi sevmez, aralarda akıllı kimse payına düşeni alırdı. “İnsan ya yazar, ya yaşar” deyişini hiç unutmam. İkisinin bir arada yürümeyeceğine inanır, yaşam sevincini gizlemezdi.


“Tiyatrocudan entelektüel çıkmaz pek kolay” saptaması üstüne de çok düşündüm. Bir sanatçının nasıl olur da düşün dünyası sığ olabilirdi ki? “Oyuncu öylesine kendiyle meşguldür ki, bir başkasıyla ilgilenmez. O yüzden bütünü göremez, hep eksiktir” derdi Çetin Altan. Yıllarca tiyatro yaptım, sahiden oyuncu dostların nasıl bencilleştiğine, çocukça davrandığına tanık oldum. Elbet her genelleme risklidir ama; Çetin Abi irkiltmek için böyle ifade etmişti. Bir sohbetin arasına sıkışan tümceler ne değerliymiş meğer…


Babamların kuşağı için çok güçlü bir kanaat önderi, siyasi dövüşlere girmiş önemli bir figürdü Çetin Altan. Ben 12 Eylül sonrası yakınlaşmış, başka bir bağlamda tanımıştım yazarı. Siyasi konulara girmekten kaçınıyordum. Hem öfkelendirmek istemiyordum Çetin Altan’ı, hem de doğrusu dönüşümüne kederleniyordum. Özal konusu açıldığında o çelebi, sıcak adam gidiyor; tahammülsüz ve siyasi birikimden yoksun, tahlil yeteneği olmayan bir adam geliyordu sanki! “Köylere bile bilgisayar girdi büyük adam” deyişini unutmam. Bunca sığ, içeriksiz savunuyordu ‘TonTon’u! Hemen hiçbir inancı olmayan, her sorgulamayı yapan, berrak zihinli bir yazarın; bunca imanlı biçimde liberal tezlere alkış tutmasına içerliyor, yadırgıyordum.

MİLLETVEKİLİ OLMAK ZORUNDA KALDI
Peki, gerçekten “Çetin Altan bir Marksist miydi?” Bana kalırsa Çetin Abi müthiş bir düşünür, sıkı bir gözlemci, yaratıcı bir kalem ve sert soruları olan ilginç bir adamdı. Ama asla sosyalist olmamıştı. Daha çok; tepki duyduğu Cumhuriyet tezleri eleştirisi onu sola götürmüş, esasen her dönem liberal olmuştu. Mustafa Kemal ve tezlerinden hiç hoşlanmıyor, hakkaniyetten uzak eleştiriyordu. Nesnel ölçütü yitiriyordu bence. Bu bir suç değil elbet. Lakin hakkında çok dava olduğu için TİP milletvekili olmak zorunda kalmış ve o yüzden solda sayılmıştır. Meclis kürsüsünde; zekâsı, birikimi, hitabet gücüyle karşısındaki cahil milletvekili kalabalığını sallamış olması, yanıltmamalı kimseyi… Çetin Altan bildik anlamda bir sosyalist değildi… Bence…


Düzenli yazı yazmak, güncelin bataklığında boğar yazı adamını. Oysa şiire düşkün, edebiyatı derinlemesine yaşayan bir kalemdir Çetin Altan! Bana sorarsanız, zincirleme isim tamlamalarıyla boğulmuş gazete yazıları, sanılanın tersine ağdalı ve lezzetsizdir. “Küçük Bahçe” romanı tam da bunun tersidir mesela. İncelikli, derin, duygulu… Çetin Altan’ın edebiyatçılığı yazık ki gölgelenmiştir. Hele ki tiyatro yazarlığı ve sevdası, neredeyse hiç bilinmiyor…


Terazisi bozuk memleket olduğumuz için; bir yazarı/düşünürü nesnel tartmak yetisinden yoksunuz. Çetin Altan türü büyük isimlerin çevresinde tuhaf bir dalkavuk kalabalığı olur hep. Babıali’nin geleneği midir acaba? Arkasından yazılan güzellemeler ya da tersi öfkeli yazılar onun zihin, yaratı gücünün uzağındadır. İroniden, bilgiden, bilgelikten çok uzak yazık ki… Esas sorun da bu bataklık ortamıdır. Çetin Altan bunu iyi biliyor, o yüzden, her ne kadar “Enseyi karartmayın” dese de, pek umutvar olduğunu sanmıyorum. Peki, kurulan bu düzende payı yok mu Çetin Altan’ın?

ZAAFLARIYLA ZARAR VERİLDİ
Yazık ki, tek parti dönemi, türdeş toplum arayışları ve Kemalizm adı altında askerci bir düzen kurulmuş olması kantarını bozmuştu Çetin Abi’nin. Orduya karşı tutum takınan herkesi özgürlükçü sanıyor olması ne denli büyük yanılgı ortada. “Özal’ı övgüyle yazmak…” “Erdoğan’la aynı fotoğrafta gülerek yer almaktan rahatsız olmamak…” Çetin Altan’a hiç yakışmayan gerçekliğidir. Altan sülalesinin tüm üyeleri bu düşünce zaafıyla çok zarar verdiler hepimize. Kısa süren tanışıklığımız süresince bunları gördüm, gözlemledim…


Artık benim de yaşım ilerliyor ve memlekette baskı ortamında soluk almak güçleşiyor. Çetin Altan türü beyinlerin bu coğrafyada özgür dolaşması mümkün değildir. Hemen yanı başında olanların da onu kavradığını sanmıyorum. İçinde büyüyen tutkunun, evreni anlama arzusunun; yakınları tarafından ne denli fark edildiğinden emin değilim. Çetin Altan sınırsız ifade özgürlüğünden yana, gerçek bir entelektüeldi.


12 Eylül sonrası askerler Çetin Altan’ı bir davete çağırırlar. Biraz tepeden bakan bir tavırla; “Demokrasi yok diyorsunuz, bakın işte dilediğinizi yazıyor, söylüyorsunuz” diye sıkıştırmak ister biri. Çetin Abi; “Çok memnun oldum. Ben de yeni bir roman yazmayı düşünüyorum, eşcinsel bir generalle kulampara bir imamın aşkını anlatacağım” der. Suratı asılır davet eden komutanın: “Canım o kadarını da yazmayıverin” deyince, Çetin Abi hemen yapıştırır cevabı: “Ama dediğiniz zaman orada özgürlük yeşermiyor.”


Çetin Altan’ı melek veya şeytan türü sıfatlarla anmaya çalışmak, üçüncü dünya ülkesi ahmaklığıdır. Doğrusu, bunun ötesinde bir ölçütle yaklaşmaktır yazarlara, sanatçılara, düşünürlere… Çetin Altan uzun bir ömür yaşadı ve muhtemelen kendini her dönemeçte sert eleştirmişti. Giderken memleketten pek de hoşnut olmadığını okuduk son mektubunda!


Elimde ‘Dilekçe’ oyunu ardından, bana imzaladığı bir kitap duruyor, belli ki bir mutluluk anı… Şöyle yazmış: “Sanatçıların, yazarların kuşaklar arası dostluğuyla...”