Melezleşme, solaryumlarda elde edilen bronzlaşmaya hiç benzemez. Sonuçlarının biçimsel bir yakınlığı düşünülse de. Doğal olmayan bir estetik derdi olan bronzlaşmada, para verip, akla ve doğaya aykırı bir biçimde kendini yakıyorsun, o kadar.
Melezleşme türleri içinde en tehlikelisi hukukun ve siyasetin melezleşmesi. Hukuku ve siyaseti melezleştirenler, ülkeyi ve halkları yakıyorlar öncelikle. Üstelik bunun için para harcamadıkları gibi, melezleşme yoluyla yarattıkları ortamdan kaldırdıkları parayla Karun gibi de zengin oluyorlar.
Hukukun melezleştirilmesi son derece kolaydır. Hukuk kavramlarını önce gerçek anlamından alıp, kendine göre daraltıp, içeriğinden soyacaksın. Daraltıp, içini boşalttığın bu kavramın içini kendi düşüncenle doldurup, yeniden piyasaya süreceksin. Böylece genel ve evrensel bir kavramı başarıyla melezleştirip, kendine göre bir biçim vermiş olursun. Piyasaya sunduğunu da, yine başlangıçtaki haliyle, yani melezleştirmediğin bir kavram gibi sunuyorsun. Bu kadar basit. Buna bir tür algı operasyonu da denebilir. Ama bu yöntem, algı operasyonlarındaki yöntemlerden bir tanesidir. Ama en çok işe yarayandır.
Hukukun üstünlüğü kavramını ele alalım. Ki bu kavram zaten bir hegemonyaya hizmet ettiğinden, dibine kadar tartışmalıdır. Bu kavramın, çoğunluğun, kamuoyunun algısında yer alan -aldatıcı- olumlu yönünü kendine göre bükersin. Bunu, gerçeği bükmek gibi afili sözlerle dillendiriyorlar. Oysa, gerçek bükülürse, kırılır. Olsun, kavramı eğip bükerek, hatta çamaşır gibi sıkıp, suyunu çıkardıktan sonra içine zembil gibi istediğin kadar “hukukun üstünlüğünü” doldur. Daha birkaç yıl öncesinde AKP zihniyeti “üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” diyordu. Şimdiki melezlemede artık “üstünlerin hukuku” bile fazla demokratik kaldı. Bunun yerine, hukukun üstünlüğü aslından dönüştürülüp, iktidarın hukuku ve iktidarın üstünlüğü haline geldi. Ama bu da, hâlâ o eski “hukukun üstünlüğü” ambalajıyla satışa sunuldu. Yani hukuku da iyice eğip bük. İşine yarar bir nesneye dönüştür. İktidar her şeyi eğip bükünce, iktidar etekçileri de onun önünde eğilip bükülüyor tabii ki… O zaman sırada aydının melezleşmesi, şairin melezleşmesi… ve hatta kadının melezleşmesi…
Biz bunları köşemizden yazmaya çalışırken, melezleşmemeye çabalıyoruz. Kalemi köşemize göre uzatıp, iki hayırlı laf etme çabasına giriyoruz. Söz güzel olsun, usturuplu olsun filan derken, sarayın zatı zart diye “Hitler Almanyası!” buyuruveriyor. Kendime diyorum ki, la oğlum, sözü- döndür dolaştır, iyi afili lafı bulma çabası derken, olmuşun sen de melez yazar! Zata bak, zart diye kendini açık ediyor faşizm referansıyla, sözü dolandırmadan. Ki bunun kara kitapta suç olarak da yeri var aslında. Hem bizim kara kitabımızda hem de dünyanın ve hatta insanlığın kara kitabında. Ama adam kara değil, melez. Hem karaya hem aka uyduruyor yani kendini, ortada sıçan hesabı.
Ama şu da var ki; mesele Hitler olunca, bilmeli ki, melezliğe bizim ak kitabımızda hiç yer yoktur; ya “Kahrolsun faşizm” ya da “Hayl Hitler!” başka yolu yok. Hele hele millet de melezleşip neredeyse “Hayl Tayyip” deme aşamasına gelmişken…
Haftaya dize; “aleve hikâye taşımaktan nasıl vazgeçsin dilim” (Uğur Aktaş, Kendi ile Ben, Yitikülke )