Peki bir ifşaatlar rejimi, her kötülüğün en ince ayrıntısına kadar önümüze döküldüğü bir siyasa bize güç mü verdi, yoksa binlerce kanaldan pompalanan bir sinizmi mi büyüttü?

Memento Mori ve tuvalet terliği
Fotoğraf: DepoPhotos

ÜMİT TAŞKIN

Ülkece, 6 Şubat depreminden beri uzun süredir tecrübe etmediğimiz bir siyasi atmosferin içerisinden geçiyoruz. 21 yıldır belki ilk kez rejimin hayatımızdan söküp aldığı kamunun yokluğu bu kadar açık gözüküyor. Geçmişte; Soma’da yüzlerce işçinin yaşamını bir patronun eline bırakırken de görmüştük bu yokluğu. Ambulans, hastane bulamadığı için, çocuğunun ölü bedenini sırtında taşıyan babanın fotoğrafında da. Ve acılarımız, ölülerimiz, yokluklarımız birer birer gelirken, daha doğrusu aralarına yüzlerce başka dikkat dağıtıcı eklenirken, toplum değil bir toplam olarak kalıyorduk. Herkesin kendi avucunda kendi ölüsünü sakladığı bir toplam.

Bu bir toplum suçlayıcılık değil. Aksine, AKP’nin 20 yıldan fazladır tüm iktidar gücünü toplumu yalnızca dindarlaştırmaya, yoksullaştırmaya değil, umutsuzlaştırmaya, güçsüzleştirmeye, yalnızlaştırmaya çalıştığının bir ifadesi. Kendi mezarını kazar gibi bu felaketi hazırlayan iktidarın.
Memento mori (ölüm andıçı), Antik Yunan’dan bu yana resim ve performans sanatlarında kullanılagelen bir ifade biçimi. İnsanın ölümlülüğünü, dünyevi hayatın ve zevklerin sonunu hatırlatan bir kavram. Resimde özellikle kafatası imgelemi ile hayat bulan bu kavram, özellikle ortaçağ Avrupa’sı atmosferinde, kaçınılmaz olarak kilise iktidarının bunaltıcı atmosferinin bir simgesine dönüştü. Tanrının cennetinin ışıltısını, bu dünyanın çürüyüşü ile anlatarak.

Fakat Kilise düşüp, matbaa göründüğünde, özellikle uzun yıllar Protestanlığın da yobazlığı ile mücadele edilen Hollanda’da, bu simge tersi bir anlam bulacaktı. Hollandalı natürmort ressamları, resimlerinde ölümlülüğü, sonluğu, protest bir biçimde, tam da insanlığın hakikatini ifade etmek için kullandılar. İnsanın hayatı sonlu, yok olan ve dönüşen, değişen bir dünyadır dediler. Rönesans’ın İncil sayfalarından kopan mükemmel dünyasını reddettiler.

AKP de bizim hayatımızın Memento Mori’si oldu. Belki kavramın dönüşebileceği en çirkin, en korkutucu halleriyle, binlerce farklı şekilde. İnşaatlarda biriken işçi cesetlerinde, rezidanslarda teşvik edilmiş cinayet mahallerinde, sorgu odasındaki Türk bayraklı pozlarda, takkelerin arasındaki çocuk gelin fotoğraflarında, beton dökülen sahillerde, kül olan ormanlarda. Bize 22 senede ölümün tekil ve çoğul yüzlerce örneğini gösterdi.

Kuşkusuz, neoliberal ve siyasal İslam’ın, ülkücü derin devlet ve bürokrasi ile bütünleştiği, 12 Eylül sonrasının Amerikancı, antidemokratik projesini sürdürdüğü, kamu iradesini saraya sıkıştırdığı bir güç birikmesi, tüm felaketlerin gerisinde sis bırakmayan bir suç ortaklığı yarattı. Gazeteciliği öldürmedi, fakat tüm suçlar ve failleri, en temel sebep sonuç ilişkisi ile ayan beyan hale gelir oldu.

Peki, bir ifşaatlar rejimi, her kötülüğün en ince ayrıntısına kadar önümüze döküldüğü bir siyasa, bize güç mü verdi, yoksa binlerce kanaldan pompalanan bir sinizmi mi büyüttü?

Türkiye tarihinin en önemli seçimlerden birine girerken, bir yılı aşkın süredir gündelik siyasi konuşmaların bir parçası “tuvalet terliği” oldu. Sosyal medyadan devşirilen kavram, Erdoğan’dan sonra gelecek ismin önemsizliğini, asıl çelişkinin Erdoğan’dan kurtulmak olduğunu bağırırken, aslında bu Erdoğan’sızlık özleminin içerisine hiçbir siyasal umudun, dönüşüm, değişim talebinin sokulmaması gerektiğini fısıldıyordu. Erdoğan gitmiş olacaktı, nasıl gideceğine dair en ufak soru, şüphe, dürtme bu gidişi ertelerdi.

Geçtiğimiz bir hafta, tuvalet terliği siyasetinin sefaletini ortaya döktü. Ana çelişkinin Erdoğansızlık hasreti değil, onun kurduğu düzeni onsuz sürdürme arzusu olduğu ortaya döküldü. MHP’nin yerleştirdiği derin-resmi devlet kadrolaşmasının, sarayın etrafında konuşlanmış sermaye çevrelerinin, namlusunu hafifçe oynatınca işe yarayacak bir faşizmin başına geçme arzusu…

Fakat Türkiye’de 24 saat bile çok uzun bir süredir. Cuma’dan Pazartesi’ye, suç ortaklığı ittifakını bir iki süslemeyle sürdürme hayali, toplumun tuvalet terliğine razı olmaması ile boşa düştü. Tuvalet terliği ile “kazanacak aday” ile isimlere sıkıştırılmaya çalışılan değişim talebi ile halkın dönüşüm arzusu ehlileştirilmedi, beklenen destek yoğun bir öfkeye dönüştü.

Kuşkusuz bu hamle, belki 2 belki 3 ay önce olsa istediği sonucu yaratabilirdi. Tüm hayatımızın sınırı olmayan bir yoksullaşma ve otoriterleşme ile hapsetmiş iktidar karşısında, kendi ölüsünü avucuna saklayıp başka ifşalara gözünü daldıran bir mağdurlar toplamının değişim özlemi, aynı sinik ve yılgın atmosferde bu hesaba razı edilebilirdi.

Ancak 6 Şubat’ta bu ülkede yalnızca göstere göstere bir deprem olmadı. Tekil değil çoğul, ortak acımız, hem öfkeyi hem dayanışmayı doğurdu. Ve bizim önümüze sürekli bir "ölüm hatırlatıcısı" olarak konarak rıza pazarlığına dönen Erdoğan’ın yerini, bütünüyle düzen aldı. Yaşadığımız acının sorumluluğu, tek bir kişinin şahsına sığamayacak boyuta geldiğinde, memento mori de şahsı değil, düzeni imler oldu.

Bu yüzden 6 Şubat’tan bu yana, simgeleri tersine dönmüş bir siyasi atmosferdeyiz. Halkın değişim değil, dönüşüm talebinin belirleyici olduğu bir süreçte seçimi bekliyoruz. Acımız kadar, mücadelemizin de tekil değil, kollektifleştiği bir süreç, önümüze konan bayat siyasalı da ortadan kaldırdı. Çünkü kazanması gereken aday değil, Yavaş değil, Kılıçdaroğlu değil, kazanması gereken bizleriz. Saatlerce uzak kentlerden, hiç tanımadığı yüzleri güldürmek için, acılarına ortak olup yaralarını sarmak için bir araya gelen gönüllüler, bu dayanışma. Kaybetmesi gereken de bir kişi değil bir düzen. Önümüze konan hiçbir isim bu düzeni değiştirebilecek siyasi ajandaya da imkâna da sahip değil. Ancak önümüze ‘o gitsin ama bu kalsın’ pazarlığını koyanın hayatta kalamayacağı bir atmosferdeyiz.

Çünkü 20 yılda elinde biriken imkânlarla, kendi zamanına bizi hapseden mekanizma, 1 aydan fazladır çalışmıyor. Toplumun zamanı Hatay’dan, Malatya’dan, Adıyaman’dan akıyor. Ne AKP ne benzeri vasat, başka bir zamanı yerine koyamıyor. Bu yüzden de saati ileriye almaya dönük tüm hamleler boşa düşüyor.

Daha da önemlisi, bu direnç, 15 Mayıs sabahına da taşınacak. Büyülü sandığın büyülü adayının bir günde kabağı araba yapamayacağını, vaat edilen cennetin kapılarını açmayacağı bilinci bu toplumsal dönüşüm talebine dahil.

Çünkü 6 Şubat’tan beri Memento Mori sinmeyi ve verilene rıza göstermeyi değil, öfkeyi ve dönüşümü ifade ediyor. Sebebi ise basit. Deprem yalnızca devletin yokluğunu, AKP’nin alışıldığı üzere milyonuncu kötülüğünü göstermedi, bizi bizden başka kimsenin iyi edemeyeceği, hayatı ancak bizim, gönüllülüğümüzün yeniden kurabileceğini de tecrübe etme imkânı verebildiği için.