21 Mart’ta Nevruz’u, Dünya Şiir Günü’nü ve Uluslararası Irk Ayrımcılığı ile Mücadele Günü’nü birlikte kutlayacağız. Şiirden tiyatroya uzanmaya, Mersin’de bir tiyatro şölenine konuk olmaya ne dersiniz?

Memleket mi yıldızlar mı...

“Memleket mi, yıldızlar mı, / gençliğim mi daha uzak?” diyordu Nâzım usta, “Karlı Kayın Ormanı” adlı şiirinde. Merak etmeyin, epey uzaklarda kalan gençliğimize gitme niyetinde değilim. Nevruz mu, Newroz mu gibi içeriksiz bir tartışmaya da girecek değilim. Irk ayrımcılığı ve sinemadaki yansımalarına da önceki haftalarda değindiğimize göre, bu yazıyı şiire ve tiyatroya ayırabilirim. Diyeceksiniz ki, yarın Dünya Şiir Günü; şiirden bahsetmen doğal, peki tiyatro nereden çıktı? Dünya Tiyatro Günü (27 Mart) haftaya pazar olduğuna göre, neden olmasın? Bu hafta memleketin güneyinden yola çıkar, haftaya Ege’den devam ederiz.

ŞİİRİN YÜZÜ

Şiir sözcüğünün bir anlamının, çakıl taşlarının üzerinden akan suyun sesi olduğunu bilmiyordum. Hakan Savaş’ın “Suyun Sesi” adlı kitabını okuyana dek. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema-Televizyon Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hakan Savaş, Güney Koreli yönetmen Chang-dong Lee’nin “Şiir” (Shi, 2010) adlı filminin açılışındaki karanlığa akıp giden bir sus sesinin eşlik etmesini betimleyerek başlıyor kitabına ve “Şiir izleyicisini ‘görme’ye çağıran, daha doğrusu bakışımızı tazelemeyi, ilk kez görüyormuşuz gibi görmemizi öneren bir film” olarak tanımlıyor “Şiir”i… Şiir sözcüğünün bir başka anlamının ‘yara izi’ olduğunu, Arapça ‘kelm-kelem’in yara anlamına geldiğini anlatıyor Hakan Savaş: “Kelime insanın tenindeki, ruhundaki, benliğindeki o yaranın izidir”. Ve ekliyor “Doğu ve Uzak doğu kültüründe içinde yarası-özlemi olmayanın, belleğinde, bilincinde ya da ruhunda bu yaranın izi olmayanın sözü vardır var olmasına, ama şiiri yoktur” diyor.

Kitabın “Endülüs: Lorca’nın Çingenesi, Bunuel’in Köpeği”, “John Berger için Ağıt ya da Saudade”, “Satıcı’nın (Forushande) Trajedisi”, “Ingmar Bergman 100 Yaşında”, “Ekim Devrimi ve Sinemanın Yeniden İcadı” başlıklı bölümlerinde Batı sinemasında şiirin yerini sorgulayan Savaş, “Ahlatın Aynası” bölümünde Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki şiirin peşine düşer. Şair Ülkü Tamer’in derleyip çevirdiği “Sinema Dedi Ki…” adlı kitaba değindikten sonra bir başka şairle, Onat Kutlar’la dostluğuna, Gaziantep’deki çocukluk anılarına uzanan yazar, kitabın bir başka bölümünde ise, ‘Çirkin Kral’ın trajedisini, Yılmaz Güney’in sinema dünyasındaki serüvenini anlatıyor.

ŞİİR YOLCUSU KALMASIN

Madem Gaziantepli şairlerden söz açtık, bir başka Gaziantepli şairle devam edelim. Oğuz Tümbaş, Antepli ama neredeyse 35 yıldır İzmir’de yaşıyor, üretiyor. “Şiir Yolcusu Kalmasın” adlı son kitabında şiiri konu alan yazılarından bir seçki yer alıyor. Şiir sözcüğünün “Arapçada anlamak, duyumsamak, sezmek, sezmeyle bilmek” kavramlarından yola çıkılarak anlam kazandığını” söyleyen Tümbaş, eski Yunanda, Platon’un şiiri “büyülü söz” olarak tanımladığını, Melih Cevdet Anday’a göre ise şiirin “bilinen sözcüklerle bilinmeyenlerin söylenmesi” olduğuna vurgu yapıyor.

Tümbaş’ın kitabı, şiirimizin serüvenine ilişkin değerli bilgiler içeriyor. “Dergâhçılar”, “Fecr-i Ati”, Yedi Meşale”, Garip”, “Hisarcılar”, “İkinci Yeni”, ”Yenibütüncü”, “Soylu Yenilikçi”, “Dördüncü Yeni”, “Parçalı Ham”… Adına manifesto ya da şiir bildirisi dediğimiz yazılı belgeleri olan, bir dergi çevresinde ya da dışında oluşan yazın ve şiir devinimlerini ayrıntılı biçimde ele alarak, dergileri ve şairleri tanıtan kitapta “Şiirde Erotizm”, “Şiire Kadın Eli Değince” bölümlerin yanı sıra, Atilla İlhan’dan Dinçer Sezgin’e İzmir’in önde gelen şairlerinin portreleri yer alıyor.

BİR TİYATRO ŞÖLENİ

Geçen hafta sonu Mersin’de katıldığım bir tiyatro şöleni ile devam edelim. Mersin Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, İzmir’le birlikte son dönemde kazandığımız iki şehir Tiyatrosundan biri. Mersin’de yıllardır faal durumda olan bir Şehir Tiyatrosu varmış, oyuncularının nerdeyse hepsi alaylı olan… 2020 Haziran’ında tiyatroya Genel Sanat Yönetmeni olarak atanan, Devlet Tiyatroları’nda, daha sonra Eskişehir ve Alanya şehir tiyatrolarındaki çalışmalarıyla tanınan Murat Atak’ın çağrısı üzerine gittiğim Mersin’de dört dörtlük bir şenlik organizasyonu ile karşılaştım. Tiyatronun tüm kadrosu seferber olmuştu, yaklaşık otuz eleştirmen ve tiyatro insanını tiyatrolarında ağırlamak için.

Atak, Temmuz 2020’de yaptığı sınavla 15 yeni sanatçı kazandırmış Şehir Tiyatrosuna. Hepsi de okullu (büyük kısmı Mimar Sinan ve DTCF’den) olan gençlerle, pandemi nedeniyle az kişili oyunlar çıkartarak işe başlamış. Eski kadrodan kimseyi de dışlamamış, böylelikle sahnede okulluların yanı sıra alaylılara da fırsat tanımış; bir kısmını da sahne amiri, tasarımcı, suflör, gişe görevlisi gibi işlerde görevlendirmiş. Mersin Şehir Tiyatroları’nın kısa sürede böylesine bir çıkış yapabilmesinin sırrı, Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer’in kararlı tavrında, Genel Sanat Yönetmenliğine ve Belediye Kültür işlerinin başına bilinçli atamalar yapmasında, böylelikle uyumlu bir çalışma ortamı yaratmasında yatıyor. Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Koordinatörü Bengi İspir Özdülger, yönetim deneyimi de olan bir opera sanatçısı. Şu anda Belediyenin sanatçı kadrolarında (Şehir Tiyatrosu’nun yanı sıra, Türk Halk Müziği, Türk Sanat Müziği, Kent Orkestrası’nda çalışan) 128 sanatçı varmış. Yakınlarda bir sınavla kadroya yeni müzisyenler alınacak ve Mersin Senfoni Orkestrası kurulacakmış. Mersin’deki bu hızlı değişimin tüm belediyelere örnek olmasını dileyelim.

SAHNEDE GENÇ YILDIZLAR

Mersin’de, eleştirmenler ve tiyatro insanlarından oluşan 30’u aşkın konukla birlikte bir tiyatro kürü çerçevesinde üç gün içerisinde altı oyun izleme şansım oldu. Erken ayrıldığım için iki oyunu izleyemedim (Adalet Ağaoğlu’nun “Kozalar”ı ve Sam Bobrick’in “Halktan Biri”). Oyun seçiminde halkın beğenisine ters düşmeyecek yapıtların ağırlıkta olduğu görülüyordu. Sağlam bir dramaturji çalışması (Taner Çelik) ve reji çalışması (özellikle Murat Atak’ın rejileri) vardı oyunların çoğunda. Örneğin, Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden”i, günümüz izleyicisi için de söyleyecek sözü olan bir oyun olmuştu. Önce bu oyunda izlediğim oyuncuları daha sonra diğer oyunlarda da alkışlama şansımız oldu. Gerçekten iyi bir kadro oluşturmuştu Murat Atak. Bu kadar kısa bir sürede ortaya çıkan ‘ensemble’ ruhu inanılır gibi değil. Aralarında sivrilenler de var elbette. Şimdilik isimlerini anmak istemiyorum, diğerlerini üzmemek için. Ama birkaç oyuncunun alkışlara tav olup, yorumlarını ucuzlatmamak adına daha dikkatli olması gerekiyor.

“Aslolan Hayattır – Yaşamı, Şiirleri, Şarkılarıyla Nazım”, şairin şiirine yansıyan aşklarını ve mücadelesini özlü bir biçimde dile getiriyordu. Sahnede on iki müzisyenin eşliğinde şarkıları söyleyen usta oyuncular vardı. Yazar Haluk Işık’ı ve yönetmen Murat Atak’ı kutlamak isterim, bu hiç de kolay olmayan işin altından başarıyla kalkmalarından ötürü… Sabahattin Ali’nin “Sarhoş”, “Böbrek” ve “Ayran” adlı öykülerinden Levent Aras ve yönetmen Ömer Naci Topçu tarafından sahneye uyarlanan “Ölümü Ardında Gezdirenler” ise gerek metin, gerekse yönetim açısından aynı başarıyı yakalayamıyordu. Yönetmen, “İnsanlığın geldiği barbarlık konağının öyküsü” olarak nitelendiriyordu oyunu. Tuncer Cücenoğlu’nun yazıp, Murat Atak’ın sahnelediği “Matruşka”, ilişkiler üstüne bir oyun. “Bir matruşka gibi açıldıkça küçülen, küçüldükçe dağılan”, yalanlarla sürdürülmeye çalışılan bir ilişki aracılığı ile modern toplumun ikiyüzlülüğünü sergilemeyi amaçlayan ama günümüz izleyicisi için fazla bir anlamı olmayan oyundan geriye Gizem Koçer ve Güvenç Gümüş’ün başarılı performanslarından başka bir şey kalmıyor. Mersin Şehir Tiyatrosu yapımları içinde çok beğendiğim iki oyuna da haftaya değinirim. Nasılsa o gün Dünya Tiyatro Günü’nü kutluyor olacağız.