“Memleketim Nâzım Hikmet” için yola çıkıyoruz birazdan. Geçen sene oturup, ani esen bir rüzgâr gibi, hızla yazmıştım ve sadece dört kez sahneleme olanağı bulmuştuk

“Memleketim Nâzım Hikmet!”

1 Ankara Kitap Fuarı yolculuğu zorlu başladı. Aralıksız kar yağdı tüm gece. Uçaklar iptal, yollar karlı. Bir araç kiraladık, düştük yola. Gece uyuyamadım, annemden kalan genetik bir durum bu. Uzun yola çıkacağım zaman tedirgin oluyorum. Hâlbuki Ankara komşu kapısı… Bolu’ya dek işler yolunda gitti, sonrası kar fırtınası, yolda kalan araçlar gördük. Bereket bizim yönümüz açıktı. Zamanında yetiştik fuara. Okurlarla karşılaşınca çekilen eziyet unutuluyor. Niyetimiz akşam dönmekti, olmadı. Dönüş yolu kapanınca küçük, sevimli bir meyhaneye sığındık.

Yorgun geldim otele. Belleğim hemen işler hal aldı. Bundan on beş yıl öncesinin Ankara gecelerine daldım. Tiyatro yapmanın heyecanıyla, tuhaf, zorlu bir işe girişmiştik. İlk kez Tiyatro Çisenti’nin salonu olmuştu. Cebimde beş kuruş para yoktu. Garip, insan yaratı telaşında olunca gözü kara oluyor. O güne dek, soğuk, sevimsiz saydığım Ankara, başka bir dünya oluverdi gözümde. Şimdi güzel anımsıyorum. Kaç oyun sahneledim Ankara’da… Çocuk tiyatrosunun en güzel günleriydi. Altı oyun yazmışım… Bir de kırık aşk öyküsü kaldı geriye…

Ankara-İstanbul arasını ezbere biliyorum. Az araç kullanmadım o yolda. Bir yandan düşünür, hayaller kurar, hep sonu gelmeyen hasretliğin izini sürerdim. Tuhaf bir iklimi var Ankara’nın, kendine bağlıyor insanı bir yanıyla. Anılar canlanır denir ya, esasen hep diridir ve kendini göstermek için bekler bir yerde… Düğmeye basılmış gibi, yaşandığı günün renkliliği, yoğunluğuyla bir filmi izler gibi belirir duvarda. Gözlerimi kapadığımda ayrı, açıkken ayrıydı Ankara o gece… Bazen kaçıp gitmek ister insan. İç sıkıntısı hep yanındadır oysa. Uzun yürüyüşler yapardım karanlık caddelerinde Ankara’nın… Garip, esrik bir halde…

Telefon defterinden silinir kimi dostlar. Yeniden çevirsen numarayı, adı benzer, sesi andıran, kendisi çoktan yitmiş kişiler bulursun…

memleketim-nazim-hikmet-233536-1.

2 Stefan Zweig gelmiş geçmiş en çalışkan, en büyüleyici yazarlardan biri. Bir ömür yazmış, sonsuz yapıt vermiş, sarsıcı bir yazar. İlgi alanı o kadar çeşitli ki; derinlemesine hayranlık duyuyor insan. Kendi yaşamı ayrı, kederli bir öykü… Kaç zamandır başucumda duruyordu “Joseph Fouche/Bir Politikacının Portresi”. Büyük iştahla daldım okumaya. Elimizden kayan cumhuriyetimizi anlamak için de rehber bu kitap. Siyasetin o insafsız, karmaşık, dalavereci tüm yanlarını sayıp dökmüş Zweig.
Fransız Devrimi kesinlikle insanlığın kırılma anlarından, belki en görkemlisi. Devrim kahramanlarının tamamı genç, ateşli, yürekli ve acımasız kimseler. Şiddet günlük yaşamın parçası… Bir alışkanlığı, tutsaklığı yıkıp geçmek kolay iş değil. “Fouche” her devrin adamı, herkesin adamı! Öyle mi? Devrimciler bir bir giyotine giderken, o her dönem ayakta kalmayı başarıyor. Müthiş bir zekâsı var, sezgisi ve siyasi becerisi. Yaptıkları karşısında tiksinti yüklü bir hayranlık duyuyor insan. Siyaset oyununun nasıl sürdürüleceğini sergiliyor…

Hem papaz, hem devrimci, hem kralcı, hem Bonaparte’ci.

Balzac, Fouche için, “Bugüne kadar tanıdığım en iyi kafa” diyor. Heinrich Heine ise “Sahtekârlığı o kadar ileri götürmüş ki, ölümünden sonra bile sahte anıları yayınlandı” diyor.

Zweig, bu hiç hoşlanmadığı adamın yaşam öyküsünü mükemmel biçimde yazmış.


3 “Cumhuriyet Senin İçin” diye yazdık, açık bir kaygıyla, uyarıyla. Paris’te devrim koşullarında sokakları görme fırsatımız olsa, bizim Gezi dönemine benzer manzaralara rastlardık kuşkusuz. Devrim olurken, çoğu zaman halk, neyin içinde bulunduğunun ayırdına varmaz. Zamanla ortalık kirden pastan sıyrılıp, hava temizlenince çıkar tablo. Bu uzun bir süreçtir. Karşı devrim hazırlıklarını tamamlama iştahıyla üstümüze yürüyen siyasal İslamcılar gevrek gevrek gülüyorlar. Kazandılar mı?
Zweig okurken, arada düştüğü notların altını çizdim sıkça. Bir yerde diyor ki:

“Ölçüyü her zaman kendi elinde tutan kişi, gerçek ağırlığını unutur. Bir sanatçıyı, bir komutanı ve bir iktidar insanını arzu ve isteklerinin sürekli gerçekleşmesi kadar hiçbir şey zayıflatamaz, ancak başarısızlığa uğradığında öğrenir sanatçı eseriyle gerçek ilişki kurmayı, ancak yenildikten sonra öğrenir komutan hatalarını, ancak gözden düştükten sonra öğrenir politikacı gerçek siyasi kavrama yeteneğini. Sürekli zenginlik insanı gevşetir, sürekli alkış ruhsuzlaştırır…”

Bu dönem kasvetli bir hava içinde, belki olduğundan öte bir tedirginlik yaşıyor insanlar. Devrim günlerinde öne çıkan isimlerin yaşamöykülerini okuyunca her biri edebiyatla haşır neşir olmuş, felsefeyle uğraşmış görünüyor. Bu yolculukta vazgeçilmez olduklarını düşündüler mi, bilemem; ama gözü kara oldukları kesin, bizim Gezi ile farkı belki de bu; felsefe, edebiyat birlikteliğinin tam açığa çıkmadı, Taksim bu izi taşıdı, lâkin kalıcı değildi sanırım. Ya da çağın gerçeği, her olay, duygu çarçabuk tükeniyor, unutkanlık bela hastalık!

Zweig okumak bana hep iyi geliyor. Öğütleri aklımda.

4 Tek adam ve iktidar olma hastalığı üstüne çok düşünmüş Zweig. Sürekli siyaset içinde olan biri, hele ki toplumsal ve tarihsel koşullar uygunsa, sürekli iktidarı ele geçirince her yetkinin kendinde olduğunu düşünmeye, hissetmeye başlıyor. Bir tür mikrop ele geçiriyor o kimseyi. Genellikle sonu acıklı oluyor, derin yalnızlık ve korku at başı gidiyor. Siyaset ilişkilerinde vefadan söz edilmesi mümkün değil yazık ki! Dava arkadaşlığı, yoldaşlık yolda kırılıyor, büyük hasar görüyor. Bu yanıyla ürkütücü…

Hükümdar insandır ve elbette herkes gibi yorulduğu, hastalandığı, duygusal zaaf gösterdiği, yanıldığı zamanlar olacaktır. Bu gibi durumlarda en yakınında olanlara minnet duyacağını sanmak saflık olur. Bonaparte’ı güç bir durumdan kurtaran Fouche, yeniden göze girdiğini düşünüp, iyi bir makama geleceğini sanır. Oysa güçlü bir hükümran kimseye minnet duymaz, dahası o zayıf âna tanıklık edenin varlığından hiç hoşlanmaz. Plutarkos’tan naklediyor Zweig:

“Krallar kendilerinin zayıf ânını gören insanları sevmezler, despot doğaları olan kişiler ise bir kez bile olsa kendilerinden daha akıllı olduklarını gösteren danışmanlarını.”

Bir yerde saray varsa, mutlaka entrika da olacaktır!

5 Server Tanilli ile çok zaman önce “Viktor Hugo” üstüne bir söyleşi yapmıştım. Henüz mesleğin ilk zamanlarıydı, hocanın aydınlanma üstüne yeni bri kitabı yayınlanmıştı. “Angaje Aydın” kavramı üstüne durmuştu uzunca. Hugo’dan söz açarken konu cumhuriyete, aydınlanmaya geldi elbette. Bir dava üstüne tüm ömrünü vermek güç bir karar, üstelik yola koyulduktan sonra da dönüşsüz. Devrim fikri üstünde durmak gerek. Bir kez yola koyuldu mu, artık olayların akışına yön vermek hiç kolay değil. “Fransız Devrimi” halen çok etkili ve derin bir tartışmayı taşıyor içinde…

Server hocanın “Fransız Devriminden Portreler” kitabını okudum. Dönemi anlamak için kim kimdir bilmek gerek. Bilgileri temize çekmek bir de! Kuşkusuz tarih yazıcılığı hayli karmaşık bir iş! Tarihçi geçmişe mi bakar, yoksa bulunduğu çağın gözlüğüyle bir geçmiş mi yaratır, anlamak kolay olmuyor kimi zaman. Devrimler üstüne yazanlar, kendi durdukları noktayı haklı kılmak için kalem oynatma riski taşıdıkları için, kaynakları çeşitlendirmekte her zaman yarar var.

Server hoca kitabın girişinde “Fransız Devrimi” kahramanlarından Danton ve Robespiere arasındaki süren tartışmaya değiniyor. Taraf olmak zorunda değilim elbet.

6 Devrimi okurken nasıl iyi düşünülmüş ve hissedilmiş sözlerle ifade edildiğini de gördüm. Bildiklerime, başka bir yerden bakma olanağı sağladı. Robespiere, otuz altı yaşında giyotine giden o genç adam şöyle diyor;

“Adalet, insanlık ve özgürlük aşkı, başka tutkular gibi bir tutkudur; o ağır bastığında, her şey feda edilir uğrunda!”

Devrim açmaza düştüğünde ya da devrim karşıtları iktidarı almaya yaklaştıklarında bu kez başka bir söze ihtiyaç duyuyor;

“Uyanmazsak, özgürlük gidecek elimizden!”

Elbet devrim kahramanlar yaratıyor, kutsallar ve nihayetinde çatışmalar oluyor, söz ettiğimiz insan işte…

“Tarih ve entrikanın, deha ve erdemden çok daha fazla kahraman yarattığı inancındayım.” diyor son olarak Robespiere…

7 “Memleketim Nâzım Hikmet” için yola çıkıyoruz birazdan. Geçen sene oturup, ani esen bir rüzgâr gibi, hızla yazmıştım ve sadece dört kez sahneleme olanağı bulmuştuk. Yine Nâzım için düşüyoruz yollara. Ne kadar karanlık ve zor bir hafta geçti. Meclis cumhuriyeti yıkım oylamasını yapıyor telaşla, ben bir cumhuriyet ne anlama gelir izini sürmekteyim yeniden ve yazgı dediğimiz boynumuza geçirilmiş bir ilmek işte…

Düşüncesi olmayan toplumun kavgası da olmuyor. Kolay kandırılmak değil bu, isteyerek iradenden vazgeçmek, tembellik. Nâzım için yazmak güzel…

“Bir vatan haininin öyküsüdür bu. İstanbullu bir hain, şiire tutkun, yaşamdan alacaklı; sevdayı en güzel, en ince dile getiren, hasreti en derinden, en kederli hisseden bir hain. Kimdir bu hain? Soylu bir ailenin konforlu dünyasını elinin tersiyle itmiş, mavi bulutlara özgür bakmak için, yıllar yılı demir parmaklıkların tutsaklığına sığınmış bir hain. Garip bir memleket bizimki, bir gün el üstünde tutarlarken seni, olmadık bir anda alaşağı ederler de şaşmaz, şaşamazsın. Sevdalı bir bulutun öyküsüdür bu, şair doğmuş tüm bir yaşamını şairce yaşamış bir hainden söz ediyorum size. Buruk bir öyküdür bu, içinde özlem vardır, yosun kokulu kıyılara duyulan özlem, sonra eksik kalmış bir yaşamın solumaya yüz tutmuş izi, boynu bükük bir söz, bir türlü son dizesi yazılamamış bir şiir işte… Hainliğiyle anılan bir yurtseverin öyküsüdür bu. Şaşırtmaz kimseyi, bu memleketin yazgısında ne gün baş tacı olursun, ne vakit ayakaltına alınırsın bilinmez… Size şairden söz edeceğim, İstanbullu bir şairden, hainliğiyle nam salmış ve asla vazgeçmemiş, boyun eğmemiş İstanbullu bir şairden...”

memleketim-nazim-hikmet-233537-1.