Sözün sözsel anlamı ile sessel anlamı çok farklı olabiliyor. Anlatım biçimi olarak da sözle anlam anlaşılmayabiliyor. Şiddet içeren bir sessel anlam ise hemen anlaşılıyor.

Memleketten İstanbul’a hukuk okumaya gelmiştim. Her türlü okumaya da iştahlıyım. Çınaraltı’ndaki kitap sergilerinde bir kitaba rastladım: Genel Dil Bilim Dersleri 1-2. Yazarı Ferdinand De Saussure. Yazar hakkında hiçbir bilgim yok. Göstergebilim diye bir şeyi de kimse bana henüz göstermemiş!

Kitabı karıştırınca bunda bir şey var deyip almıştım. Her iki cildi o yıl sürekli okudum. Berke Vardar’ın çevirisi çok iyi bir çeviriydi, yine de kitabı tam anlayamadım. Anlamak için tekrar tekrar okuduğum Anti-Dühring olmuştu. Sonra da bu gösterge meselesi.

Arada bir yine bu kitabı okurum. Yine de tam anladığımı söyleyemem. Ama birkaç yıl önce bir köy düğününde meseleyi; göstere-gösterilen-gösterge neymiş, çözüverdim. Öğle sıcağında başlayan düğünde yaşlı bir amca rakının etkisiyle, havaya ateş etti. Düğün konuğu kentli bir kız, amcayı ciddi bir biçimde ve doğru olarak uyardı. Yaptığının çok korkunç bir şey olduğunu söyledi. Amca için korkunç sözcüğü kötü bir anlam taşımıyordu. İçkinin ve sıcağın terlettiği alnından şapkasını biraz yukarı kaldırdı. Güneş görmemiş ak alnı ile genç kıza bakıp, hoşuna gitsin diye o korkunç şeyi bir kere daha yaptı. Düğün sahibi her iki “kültürü” bildiği için olaya müdahale etti. “Lehh beleni versin Mısdıva Dayı! Nedip duruyon? Enee!” dedi. Yaşlı amca utandı. Tabancayı hemen beline soktu. Düğün sahibi şöyle demişti; “Allah belanı vermesin Mustafa Dayı, ne yapıyorsun şimdi? Burada hiç böyle şey yapılır mı?”

Böyle bir olayla bu göstergebilim meselesini tam öğrendim derken, geçen hafta Erdoğan’ın İstanbul’da şoför esnafı ile yaptığı toplantıda iyice derinleştim. Erdoğan, dinleyicilerin gösterdiği pankartları okuyarak analiz yapıyor. Burada gösteren, gösterilen ve gösterge çok farklı bağlamlarda tabii… Ses tonu göz ve mimikten oluşan bir anlatım bütünü. Pankartta yazanın dışında söylediği yeni bir şey yok. Ama insanlar, pankartta yazılı olanı Erdoğan yeniden sahneleyince çılgın gibi alkışlıyorlar. Ama adam da iyi oynuyor. Örneğin “Plakamızı verin sigarayı bırakalım” pankartında, dikkati hemen sigarayı bırakmaya çekiyor. “Söz mü, sigarayı bırakacak mısınız?” Oysa orada bir talep, bir sorun var. Hatta plaka yolsuzluğu var. Adam kurnazca, talebi sigara dumanı gibi havaya karıştırıveriyor.

Başka bir talep, polislerin derhal müdahalesiyle gündeme bile gelmiyor; “Güzellik salonu sorunumuzu siz çözersiniz!” Korumalar pankartı derhal topluyor. İlginç. Engin hoşgörülü ve dünyanın en demokratik tiranının bu talebi görmemesi gerekiyor.

Bu gösterilerden, göstergebilim açısından ders çıkar mı bilemem. Tahsin Yücel’in “Salaklık Üzerine Deneme” adlı kitabı vardır. Memleket insanını göstergebilim, yapısalcılık gibi meselelerle tanıştıran kişidir Tahsin Yücel. Adamın bu kitabı okuduğunu sanmıyorum. Ama göstere göstere ülkeyi salaklaştırıyor. Kendisini “altın” gibi sanması, bir tür “Asya Tipi Tiranik” biçim. Aynı hafta içinde Türkmenistan başkanının som altından kendi heykelini diktirdiğini öğrendik. Bizimkinin yanında altından heykel doğru bir yatırım. Yani halkını salak yerine koymuyor. En azından zaman geçince heykelin parasal değeri düşmeyecek.

Bu kadar salaklık içinde sözü Tahsin Yücel’e getiremedik. Ama dostları Fransız Kültür Merkezi’nde Usta’ya saygı gecesi düzenlediler. Ve saygı kitabı; “Söylem, Söylen, Yazın, Tahsin Yücel’e Armağan” adıyla. Salaklığı öğrenmeli, tam salaklaştırılmadan!

Haftaya dize; “Israrımın kanı damlıyor akşamın üstüne” (C. Hakkı Zariç, Keşke Hiç… Hera Y. )