Bir memleketin ar damarı çatlar mı? Ya da şöyle diyelim, ne zaman çatlar?

Bir memleketin ar damarı çatlar mı? Ya da şöyle diyelim, ne zaman çatlar?
Zaman zaman düşünürüm bunu: öğrencilik yıllarımdan beri sorarım bu soruyu üstelik. Gördüklerim üzerine düşünmek huyumdur çünkü.
Benim bulduğum yanıt çok kısa, insan memleketinin geleceğini karanlık görüyorsa, ama kendisinin bir şekilde uygun yollarını bulup yırtacağını düşünüyorsa, insan yükselmek için bir şeyler yaratmanın heyecanı yerine, başkalarının emeği üzerine basarak yükselmek istiyorsa, bu bir toplumsal davranış kalıbı olmuşsa, bence o zaman memleketin ar damarı ister çatlasın ister kopsun, aynı yere çıkar.
Türkiye’de hep görüyorum, bir şekilde yırtmak için insanlar kendilerini yırtıyorlar. Ezdikleri kendi kişilikleri, yok saydıkları kendi vicdanlarının sesidir. Daha da önemlisi, belki de daha da acısı şu: insan yaptığı eylemleri rasyonalize edemeden yapamayan bir varlık, eğer insanların rasyonalizasyonlarını dinlerseniz, işte gerçekten memleketi o zaman tanırsınız. Gerçekten böyle bir belgesel yapılmasını çok isterdim: yani insanların yaptıklarını bizzat siyah zemin üzerine yazıyla geçtikten sonra, konuşan kafalar nezdinde, insanlara bunu niye yaptıklarını sorsalar, yalnız tek bir soru ve en kısa haliyle, niçin? Diye sorsalar, memleketin hemen tüm kudretli kişilerine sorsalar bunu, böylesi bir yüzleşme olsa, gerçekten merak ettiğimden olsa gerek, ya da gerçekten bir insanın felsefik olarak anlatılması ve anlaşılması için asıl kritik soru bu olduğundan, çok şey öğrenebilirdik.

Türkiye için en açık söylenmesi gereken tasvir edici özellik bence şudur: bizim insanımız başkalarına çok sık yalan söyler, hatta doğru yok gibidir, ama asıl önemlisi, başkalarına yalan söylemeden önce kendine yalan söyler. Onun için ilk okuduğumdan beri şairin sözünü hiç unutmadım: Herkesin kendinden kaçacağı yerlerde/Sen kaçmayasın diye.
Buradan Yılmaz Güney’e gelmek istiyorum. Onat Kutlar’ın anlatımıyla Yılmaz Güney’in ilk hapislik serüveninin merkezinde Vatancı Şahap yatar. Adamın adı Şahap’tır, ama herkes ona Vatancı Şahap diyor, adam matbaacıdır ve paraya vatan der.
Bir hikâye daha var ve çok önemli: Üstün Barışta’nın hikâyesi. Barışta Boğaziçi Üniversitesinde yıllarca sinema dersleri verdi. Hatta Derviş Zaim’in sinemacı olma düşüncesi bu derslerde billurlaşmıştır, ondan sonra sabreden derviş muradına ermiş misali, yıllarca kendini yetiştirmiş ve cefa çeke çeke sinemacı olacağı günleri beklemiştir.
Barışta 1970’li yıllarda başladığı derslerine 1980’lerin ortalarında son vermişti. Her zaman derse ilk geldiğinde şu soruyu sorarmış, “insanı en çok yabancılaştıran şey nedir?” Yıllarca öğrenciler hep bir ağızdan yanıt vermiş: Para. Sonra darbe olmuş, yanıtlar ilk önce çoğunluğa, sonra azınlığa düşmüş, ne zaman ki senenin başında sorulan soruyu sınıf sessizlikle karşılamış, o zaman demiş ki “benim buradaki misyonum bitti” ve dersleri bırakmış.
İnsan hakikaten bütün yerine teki düşünmeye başlarsa, ağaçlara bakmaktan ormanı göremezse, biz demeye dili varmaz, ben deyince kükrerse, orada ar damarı kopuyor.
Ondan sonra, rüşvet, adam kayırma, irtikâp, yolsuzluk, ihale yasası, hastayı görünce para diye hislenme, arsayı görünce tuhaf duygulara kapılma, semti görünce kentsel yenilenme, yetkiyi görünce işini bilen memura dönüşme, öğrenciyi görünce kayırılacaklar ve ayıklanacaklar diye düşünme, arabayı görünce lüksü düşünme, kadını görünce ölçülerine vurulma, futbolcu olunca formayı ve teri değil, transfer bedelini düşünme… artık her şey olur. Çatlayınca bir daha düzelir mi bilinmez, ama çok uzun on yıllardır, çatladığını ben gözlerimle görüyorum. Memleket yerini bulamamış, kendinden manen memnun olmayan, memnuniyetsizliği oranında hırçınlaşan, bir yandan dediğiyle öte yandan yediği eşitsiz olanla dolu.
Hayatımız, sevdalarımızın üstüne basa basa ya da çiğneye çiğneye inşa edilmiş. 

Yalanlarımızın kapladığı ziftten yüzümüz görülmez olmuş, her zaman hazır ve nazır bir sahte kurtarıcımız var, onun etrafında kümelenmek için sahte bilirkişileri ise kurtarıcıdan kat be kat fazla. Hatta sahte bilirkişilerin asıl uzmanlık alanları pazarlama olmuş, aydınlığın, entelektüelliğin alameti farikası kendini pazarlamak, siyasetin odak noktası yutturmak, sanatımızın kökeninde kendini kabul ettirmek için uslu görünmek, ancak gerektiği yerde çıkıntılık yapıp, hâsılatı toplayınca memnun bir şekilde kişnemek bence bir toplumsal özellik haline gelmiş durumda.
Kanımızda akan hemoglobinlerin etrafını sevgi değil haset kapladığı için, toplumsal olarak iletişimi de, sevgiyi de, paylaşmayı da bilmiyoruz artık. Gazeteciliğin en önemli mirası dönemi geldi, şu pozisyon iyi tutara girip, oradan en sert çıkıntılıkları yapmak, toplumsal bir histeri boyutunda bana dokunmayan yılan bin yaşasın söylemi, apaçık şeyleri görmemeyi erdem bilmek, pireyi deve yapmak, çift hörgüçlü develere hizmet etmek karakteristik olmuş. Onun için diyorum ki gerçekten bilim derindir ama derinliğin en önemli özelliği derinleştikçe yalınlaşmasıdır. Keşfedilmek için biçim değiştirmek, insanın kendi ilkelerini çiğneyemeden yükselememesi, yanındakinin elindekini kıskanmak, kendini dev aynasında görmek bu toplumun ben/biz denklemi ve buna bulduğu çözüm, ar damarımızı çatlatmıştır, hayırlı olsun.