Türkiye’nin siyasal-toplumsal tarihinde, memleketinden edilmek, adeta olağan bir deneyimdi. Başka bir şehirde veya köyde yaşamaya mecbur edilmek, demografik mühendislikten kişisel cezalandırmaya, ekonomiye ve güvenliğe kadar çeşitli gerekçelere dayanıyordu. Böyle olduğu için memleketinden edilmenin her haline dair ‘yasal’ metinler de üretilmişti.

Cumhuriyet’in, Osmanlı’dan devralarak getirdiği bu uygulamanın resmi metinlerdeki adı iskandı. Şehircilik literatüründeki anlamından daha geniş bir bağlamı vardı. Devlet, münasip gördüğü zamanda ve şekilde bireyleri, aileleri ve kitleleri yerinden edebiliyordu. Hatta kimin nerede, ne kadar süreyle yaşayacağına devlet karar veriyordu. 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı İskan Kanunu bu müdahalelerle ilgili hemen tüm teferruatları düzenlemişti. Bu yüzden bilhassa köyler olmak üzere her yerleşmede, herhangi bir yerden getirilen, farklı kültürlerden ve sayıları milyonları bulan nüfus grupları yaşıyordu.

Tek parti rejiminin bu politik kararı, çok partili hayata geçildiğinde tartışma konusu olmuş ve doğu vilayetlerinde yerlerinden edilenlerin memleketlerine dönebilmeleri için Demokrat Parti, 6 Haziran 1947’de 2510 sayılı İskan Kanununun tadil edilmesini istemişti. CHP Meclis Grubu ve Başbakan Recep Peker de destek verince iki parti ortak bir kanun tasarısı yapmışlardı. Süreç o kadar hızlı işlemişti ki tasarı, 18 Haziran 1947’de Kazım Karabekir başkanlığında, TBMM’de 5098 Sayılı Yasa olarak kabul
edilmiş ve yürürlüğe girmişti.

Bu yasayla, önceden getirilen yasak bölge uygulaması kademeli olarak kaldırılmış; yerlerinden edilenlerin memleketlerine dönebilme imkânı getirilmişti. Fakat dönmek isteyenler ellerindeki mülkleri devlete bırakacaklardı. Kanun üzerine yapılan konuşmalara bakılırsa, fazla kimsenin geri dönebileceği düşünülmüyordu. Çünkü aileler artık yerleşmiş, iş güç sahibi olmuştu. Ayrıca memleketlerindeki evleri yıkılmış, yıllardır sürülmeyen tarlalar vasfını yitirmişti. Dolayısıyla bu şartlarda memlekete dönmek, açlığa dönmek ile aynı anlama geliyordu.

Ne var ki kanun yürürlüğe girer girmez, memlekete dönüş başvurularında patlama yaşanmıştı. Hatta birkaç ay içinde 4128 hanede, 22 bin 516 kişi memleketlerine dönmüşlerdi bile. Tunceli, Van Siirt, Bitlis, Ağrı ve Kars illerinde ikamete yasak bölgeler yeniden iskâna açılmış ve köylerin resmen oluşturulması sağlanmıştı. Geriye dönüş öyle yoğundu ki 4. Genel Müfettişlik raporuna göre Erzincan ve Tunceli illerine dönen on bin kişi, evleri yıkılmış ve arazileri de tasfiye olduğu ya da başka ellere geçmiş olduğu için aç ve sefil halde ağaçlar altında yaşıyorlardı. Ama yine de hiçbir zorluk memlekete dönüş çabalarını engelleyemiyordu. Devlet engeli ortadan kalkınca, açlık ve yoksulluk pahasına da olsa herkes kendi kutsal toprağına koşuyordu.

Zorla yerlerinden edildikleri ve kutsal saydıkları topraklarına yoğun ve istekli dönüş çabaları o yıllarda bölge kültürünü asimile etmekle görevli kamu yöneticilerini de şaşırtmıştı. Mesela 1947’de Elazığ Kız Enstitüsü Müdürü ve Dersimli kız çocuklarını ‘Türk kültürüyle yetiştirme misyonunu üstlenmiş’ olan öğretmen Sıdıka Avar; baba ocağına dönen kamyonlar dolusu insanın köylerinde inince toprağa kapanıp öptüklerini, yüzlerini gözlerini sürdüklerini görmüş ve şaşkınlık geçirdiğini yazmıştı.

Memlekete bu güçlü dönüş arzusu kuşkusuz ki ilgili nüfus gruplarının gelenekleri ve kültürüyle ilgiliydi. Her kültür, mekânla somut anlam bulur. Dolayısıyla bütün kültür ve kimlikler için, doğup geldikleri ‘memleket’ bir tür kutsal alandır. Oradan zorla çıkarılmak, nedeni her ne olursa olsun, memleket aidiyetini çok daha güçlü kılar. Bunu herhangi bir yasa ile ortadan kaldırma imkânı da yoktur. Bu sosyolojik olguyu dikkate almayan politik kararlar, sadece toplumsal ağrı üretir ve ne yazık ki Türkiye’de milyonlarca insan bu ağrının en sert biçimlerini yaşamıştır.

Türkiye’nin kültür/kimlik sosyolojisi ne o zamanlar ne de sonraki tüm süreçlerde doğru anlaşılabildi. Bu yüzden yerinden edilmeyi mümkün kılabilecek dinamikler ve buradan kaynaklanan ince pratikler ne yazık ki hâlâ var olmaya devam ediyor.