Yaşadığı koşullardan memnun ve gelecekten umutlu insanların sayısının ne kadar az olduğunu anlamak için kapsamlı araştırmalara gerek yok. Kimse ne halinden ne de gidişattan memnun değil. OHAL’in sıkıyönetimden daha ağır koşullarına rağmen iktidarın, ülkeyi rahat rahat yönettiğini söylemek zor. O da, onlar da darda.

İktidar, kimseyi memnun edemiyor. Düşmemek için kurduğu her yeni ittifak bir başka grupla arasının açılmasına neden oluyor. Bütün heyheylenmelerine karşın Suriye’de süren savaşın nereye evrilebileceğini olasılıkla kendisi bile bilmiyor. “İnşallah”ların eşlik ettiği ölü saymalardan başka çıkar yol bulamıyor gibi.

Muhalif hareketlerin yoğunlaşıp, yaygınlaşması için sanki tüm koşullar varmış gibi görünürken tersine memnuniyetsizlerde bir sessizlik, yalnızlık ve yalıtılmışlık egemen. Sanki, iktidar aygıtının içindekiler dahil toplum, RTE’nin kendi kendine düşmesini bekliyor. Yapabileceği her ne varsa yapsın da sonunda öyle ya da böyle iktidarı kaybedecek hamlelerinin sonucunu görsün hali var.

Bu suskunluğun elbet çok sayıda nedeni var. İlk ve en güncel olanı OHAL ve savaşın iç içe girmiş hali. “Suriye’de yedi düvele karşı savaşıyoruz” ajitasyonu aynı zamanda bütün dünya bize karşı bilgisini de içeriyor. Tüm dünyayı karşısında ve düşmanı olarak gören bir toplumun büzüşerek, anonimleşmesi ve bölünme değil ‘paramparça’ olma tehdidi yaşaması kaçınılmaz.

15 Temmuz Darbe Girişimi sırasında en azından Ankara ve İstanbul’da savaşın ne menem bir şey olabileceğine dair çok somut bir deneyim yaşandı. Üstelik iktidar içi olsa da bu çatışmalar bir tür “kardeşin kardeşi kırması”, “içimizdeki hainlerin ihaneti” gibi imgelerin gerçekliğe dönüşebildiğini de gösterdi.

Suruç’la başlayan, 10 Ekim, Kızılay, Merasim Sokak, Beşiktaş, Reina gibi bombalamalar; hendek çatışmaları insanlarda örgütlü olma, bir araya gelme, toplanmaya karşı tedirginlik, çoğu zaman da korkuya neden oldu. Haksızlar denilebilir mi?
Hepsinin üzerine her geçen gün zulmünü, baskısını şiddetlendiren iktidar; işten atmalar, tutuklamalar; özgürlük, iş ve hayat güvencesinin kalmaması, adalet sisteminin açık çöküşü de insanları sessizliğe itti.

Bu koşulların sıradan insanlarda iktidarın kullandığı anlamdan farklı bir ‘beka’ kaygısına neden olduğu açık. Hayatta kalmaya çalışmak, başına bir şey gelmeden bu dönemin geçmesini beklemek temel stratejiye dönüşmüş durumda.
Koşulların bu ağırlığı, bir araya gelmek isteyen insanların birbirlerine yoğun bir güvensizlik yaşamalarına neden oluyor. Güvensizlik, kılı kırk yaran bir inceleme, bir konuda bile anlaşmazlık olduğunda hemen uzaklaşma, dışlama, sürekli çelik gibi disiplin ve irade sahibi olanlarla birleşme ve en küçük bir farklılığa tahammül edememe hali, yalnızlaşmayı daha da ‘güvenli’ bulmaya yol açıyor.

Oysa yalnızlık ve eylemsizliğin verdiği göreli güven hissi aynı anda karşı karşıya kalınan tehlikenin daha da büyük olduğu yanılsamasını güçlendiriyor.

Bir araya gelebilen insanların sayısını artırmaktan başka çıkar yol yok. Belki de tek ortak noktanın ‘var olandan memnun olmama’ olmasını yeterli bulmakla başlamak gerekiyor. Şiddete ve savaşa karşı olmanın yeterli olması gibi. Her tür savaşa; kimsenin yedek gücü olmamaya. Büyük ölçekli grupları oluşturmaktansa, ‘herkesin kendi mahallesini koruduğu’ bir anlayışa. Kastım somut bir mekân olarak mahalle değil. Turhallıların, şeker fabrikalarını sattırmamak için birleşebildiklerini görmeleri gibi, örneğin.

En temel haklarını savunmak için bir araya gelebilmeleri, insanlara toplanmanın tehlikeli olmadığını da gösterebilecektir. Memnuniyetsizlerin sesleri başlangıçta birbiriyle uyumsuz olarak çıksa da, bir kere sesler duyulur olduğunda, zaman içinde bir ahenk yakalayacaktır. Bu ahengin hangi düzeye çıkacağı ve neyi amaçlayacağı ancak sesler duyulmaya başladığında anlaşılabilir.

Hemen herkesin bir başkasından duyacağını hissettiği sesin, kendiliğinden çıkmasını beklemek sessizliğin artmasına neden oluyor. İlahiler ve marşlar da bu yüzden daha gür çıkıyor. Oysa sanıldığı kadar şiddetli değiller. Toplum şimdiden ilahiler ve marşlarla gelenin çok daha ağır bir şiddet, zulüm ve kan olabileceğini hissediyor.

Öfkeli kalabalıklara değil, hakkını soğukkanlılıkla arayan insanlara ihtiyacımız var. Zulme zulümle yanıt veren değil; dayanışmanın, paylaşmanın gücüne sarılanlara…